4 Eylül 2014 Perşembe

Yusuf Kaplan'la Nereye Kadar?


Kaç zamandır dişimi sıkıyorum cevap vermeyeyim diye. Ama artık hem biraz perdeleri yırtmamdan hem de bardağın taşmış olmasına dayanamıyor olmamdan Yusuf Kaplan hakkında yazmaya karar verdim.

Yıllardır bütün yazıları hikmet, hakikat, medeniyet diye inleyip duruyor. O kadar inliyor ki, hayatlarının merkezine hikmeti koymuş olan okuyucuları bile inletmeyi başarıyor.

Önceleri, kendisini okumayı bırakmıştım. Sonra tekrar okumaya başladım. Neden mi? Merakımdan: Daha kendini ne kadar tekrar edecek, nereye kadar böyle boş boş “hikmet” diyecek de, bu, entelektüellerin de akademisyenlerin de bilmediği, ama kendisinin anadan doğma vâkıf olduğu meçhüle dair tek bir misal vermeden, tek bir temsil getirmeden, tek bir izahat yapmadan güzellemeler yapmaya devam edecek diye çok merak ettim.

Şu son yazısına kadar da gördüm ki, biz bu muhteremi bırakırsak değil 5-10 yıl, Allah ömür versin daha bir 50 yıl hikmet, hakikat, medeniyet -ha bir de pergel – demeye devam eder; sadra şifa tek kelam etmeden, boş aforizmalarıyla göz boyayıp, saçma sapan gaza getirip sonra da “hikmet insanıyım”, “fikir adamıyım” diye ortalıkta gezmeye devam eder.

Allah var: 8-10 sene öncesinde böyle yazmıyordu Kaplan. Diğer köşe yazarlarına nispetle, güncele dair çok daha sofistike yazıyordu. Birkaç sene böyle gitti, sonra bitti. Bitiş o bitiş.

Şimdi neye çatacağını, ne söyleyeceğini şaşırmış vaziyette. Son yazısı bunun mükemmel bir misali.

Entelektüelle ve akademisyenle nereye kadar? Diye sormuş muhterem. Şimdi gelin şu yazıyı kritik cümleleri üzerinden tahlil edelim. Edelim de görelim yazarımızın ne büyük bir kafa karışıklığına düçâr olduğunu. Görelim ona buna hikmetle ayar vermeye çalışan bir “hikmet adamının” nasıl da hikmetten bî-nasip olduğunu. Görelim ve böylece hâlâ bu muhteremden nasiplenmeye çalışan gençlere sahih yolu gösterelim.

Dünyayı ve hayatı anlamak için önümüze sunulan iki figür var: Entelektüel ve akademisyen.
İki figür de, hem hakikat'ten nasipsiz, hem de 'halk'tan: O yüzden, bu iki figürün, bizi fırlattığı yer, 'izm' çukuru: Entelektüalizm ve akademizm kıskacı.”
İlk ve son soru şu: Siz nereden yazıyorsunuz ey ehl-i hikmet? Nereden, hangi perspektiften tenkit ediyorsunuz entelektüel ve akademisyeni? Entelektüel bir yerden mi, akademik bir yerden mi? Yoksa âlim ve ârif bir zât olarak mı yazıyorsunuz? Fıkıh, kelam, hadis, tasavvuf ilmi tahsil ettiniz de biz mi bilmiyoruz?
Ayrıca madem bu kadar yerden yere vuracaktınız entelektüeli ve akademisyeni, o zaman neden bu figürlere dair bir tarif yapmadınız? Kimmiş bu insanlar? Onlar kim, siz kimsiniz? Fıkıh bu muhterem için hikmet sahasına girer mi bilmiyorum (zira hikmetin ne olduğunu da yazı boyunca göremiyoruz. Okuduğum yazıların hiçbirinde de rastlamadım). Fıkıhta bir mesele ele alınmadan önce ilk yapılan şey meselenin nesnesine dair bir tarif getirmektir. Mesela, oruca dair hüküm vermeden önce oruç nedir? Tarif edilir. Peki neden bu muhterem kadim ulemamız gibi bir tarif getirmez? Yoksa onlar da mı hikmet fukarası? Tarif dediğimiz şeyin, kendisinin o her gün zikrettiği hakikatle herhangi bir rabıtası yok mudur?
Daha biz nesnesini seçememişiz yazının. Belki “ben de bir akademisyenim, ben de bir entelektüelim ve yazacağım her tenkit beni de kapsar” dese, o zaman kendi gibi bir misal üzerinden bu kastedenlere dair bir mefhumumuz olur. Hem böyle demeyip hem de kendisi, bizim gibi zavallıların hazreti dahil ettiği entelektüel ve akademisyen sınıfının dışındaymış edasıyla bu sınıfa karşı haykırınca bizde bütün sigortalar atıyor tabii. Muhtemelen hikmet noksanlığındadır ama ne yapalım atıyor işte.
İki figür de, hem hakikat'ten nasipsiz, hem de 'halk'tan: O yüzden, bu iki figürün, bizi fırlattığı yer, 'izm' çukuru: Entelektüalizm ve akademizm kıskacı.
Ya bu entelektüelin de akademisyenin de nasipsiz olduğu hakikat ne Allah aşkına? Şayet hakikatten kastı din ise, neden akademisyen bundan nasipsiz olsun? Türkiye'nin, Pakistan'ın, Suriye'nin medreselerinde tahsil görüp sonra da akademiye intisap eden bir sürü üstad tanıyorum. Şimdi onlar hakikatten nasipsiz mi oldular? Hadi diyelim onların hakikate olan vukufiyetlerinde kudûret ârız olmuyor, temelleri sağlam olduğu için. Peki entelektüel, akademisyen dediğimiz mahlukun bu muhteremlerden istifade etme imkanı yok mudur hiç? Derrida'yı okuyan birisinin, İbn Arabî üstadından istifade etmesi imkansız mıdır?
Entelektüel/izm ve akademi/zm, dünyayı, eşyayı ve insanı anlama sürecinde bir işe yarıyor elbette; ama çok sınırlı bir yere kadar.”
Neymiş o sınır? Çok merak ediyoruz. Bugünün sosyal bilimlerinin mevzuları; kolonyalizm, kapitalizm, postmodernite, ırkçılık, milliyetçilik, ulus-devlet, sekülerizm, fetişizm, popüler kültür, OHAL'lerin süreci olarak egemenlik değil mi? Ve bu mevzular, Müslümanların müşteki oldukları zulüm misalleri değiller mi? Bunları tahlil etmek başlı başına bir iş değil mi? Ve kolay mı? Bunları anlamadan bunlara dair tenkit getirmek mümkün mü? Tenkit getirmeden teklifte bulunmanın bir mânâsı var mı? Sosyal bilimlerin ve felsefenin dışında nasıl bir saha var ki bunları entelektüelin ve akademisyenin sınırlı ufkunun ötesinde hikmetle tahlil ve tenkit edebilelim? Ve bu sahada isim yapmış bir zat var mıdır? Varsa neden zikredilmez? Hikmetten bî-nasip olduğumuz için soruyoruz işte.
Ne ki, varoluş ve hareket alanlarının sınırlılığı ve sınırlayıcılığı nedeniyle, her tür entelektüel çaba, entelektüalizmle; her tür akademik çaba da akademizmle sonuçlanmaya mahkûm: Bunu göremiyoruz işte!”
Yahu nedir bu entelektüalizm ve akademiz Allah aşkına? Şayet umumun anlamayacağı ıstılahlardan bolca istifa etmek demekse, bizim kelamcılarımız, fıkıhçılarımız, mantıkçılarımız, nahivcilerimiz, usulcülerimiz, hadisçilerimiz vs. hep entelektüalist ya da akademist demektir. Molla Camiyi ya da Şerh'ul Akaidi okuyup da içinden çıkmak mümkün mü? Ve bu tür metinler ve müellifleri çok sınırlı ve sınırlayıcı değil mi? Sınırlı bir kitleye hitap ediyor değiller mi?
Bu nedenle, -ister İslâmcı olsun, ister seküler- entelektüel, modern'in dışına çıkamaz: Sadece çağının çocuğudur.”
Vallahi benim bildiğim modernin ya da başkaca bir dönemin tamamen dışına çıkabilen bir Allah var. Gerisi hep dönemlerinin failleştirme süreçlerinin izlerini taşımışlardır. Dün Yusuf Kaplan gibi muhterem göremezdik İslam dünyasında. Neden? Çünkü gazete yoktu. Köşe yazarlığı yoktu. Varsa alimler vardı. Onlar da hikmet, hakikat, medeniyet diye nida etmek yerine bunlara dair misaller verirler, derinlemesine izahlar ve tahliller yaparlardı. Şimdi biz “çağının çocuğu” olarak yazan çizen bu muhteremi çağın çocuğu olduğu için çöpe mi atalım? Kaldı ki dışa çıkmak dediğimiz şey var ya: Modernite nedir? Diye sormaya başlayıp, onu tahlil ve tenkit ettiğimizde -ki entelektüel ve akademisyenin vazifesi budur- zaten moderniteyi nesneleştirmiş, kendimizle öteki haline getirmiş ve bir ölçüde onun dışına çıkmış, ona karşı ekstatik olmuş olmuyor muyuz? Moderniteyi tenkit eden insan bile neden hep moderniteye boğulmak zorunda olsun? Hele bir de moderniteyi tenkit edip sonra da İslamî bir yerden teklif getiriyorsa? Entelektüel ya da akademisyen bunu yapacak salahiyette değil mi? Bir de bu muhteremin modernin tamamen dışına çıkıp telif ettiği bir eser, bir yazı var mıdır acep?
Entelektüel'den hem çağının çocuğu olmasını, hem de çağ aşacak bir yolculuğa çıkmasını beklemek, olmayacak duaya âmin demektir.”
Yahu ben mi yanlış biliyorum: usul-i fıkhın direği mantıktır ve mantıkta Yunan'dan ithal edilmiştir. Kelamcılarımız sadece Kur'an ve hadisleri okumakla yetinmemiş, aynı zamanda gayr-ı İslami felsefeleri de okuyup onlara cevap vermişlerdir. Fıkıçımız, felsefecimiz, kelamcımız, mutasavvıfımız döne döne Aristo okuduğunda, hatta ona muallim dediğinde çağının dışına çıkmayı başarıyor da bizler Heidegger'le beraber Gazali okuduğumuzda neden derhal çağa teslim olmuş oluyoruz?
Zira entelektüelin, uzun ve çağ aşacak yolculuklara çıkabilecek ne derin nefesi, ne derûnî bakışı, ne de selîm bir zevk idraki vardır.”
Neden? Ne alakâ? Benim entelektüeldir, akademisyendir diye bildiğim bütün üstadlar musıkîden, klasik müzikten, minyatürden, şiirden, resimden, mimariden vs. anlayan zevk-i selim sahibi insanlardır. Seküler olup Şeyh Galip'le yatıp kalkanları, gözleri büyüye büyüye şiirlerini terennüm edenleri de tanıyorum, Mahlel ve Dedeefendi üzerine nazarî tahliller yapabilecek olanları da. Bütün bir sınıf nasıl bu kadar rahat çöpe atılır? Ayıp değil mi?
Doğru: Entelektüel, soru sorar, sorgular: Ama kendi hakkında derinlikli sorular sormayı, kendini sorgulamayı unutur. Kendini unutan birinin bize bir şey hatırlatabilmesi ne mümkün!”
Palavra! “Batılı” entelektüellerden daha fazla kendi sahşi ve içtimai krizleriyle yüzleşebilen var mı Allah aşkına? “Bu modern dünya bizi değersiz, hakikatsiz bıraktı, hepimizi hedonist şerefsizler, nihilist manyaklar haline getirdi” diyen Nietzsche; “teknoloji hepimizin kıyametidir” diye nida eden Heidegger, ırkçılığın nasıl da varoluşşsal hale geldiğini, şahsiyetimiz bile belirlediğini anlatıp duran Zizek; modern cemiyetin nasıl da bir disiplin cemiyeti olarak inkişaf ettiğini, yatak odası pratiklerimize kadar her yerimize duhul ettiğini haykıran Foucault, sekülerizmin hakikat diye ortaya koyduklarının nasıl da bir mitos olduğunu tavzih eden Derrida; aydınlanmanın nasıl bir karanlık olduğunu gözler önüne seren Frankfurt Okulu; arzu nesnelerimizi cemiyetin, devletin, ideolojilerin vs. nasıl da tayin ettiğini gözümüze sokan Lacan .... ve daha niceleri, bunların derdi kendileriyle değil mi? Kendi faillikleriyle, kendi varoluşlarıyla ilgilenmiyorlar mı?
Entelektüelin yegâne sermayesi, 'ben'idir çünkü: Hırsları, ihtirasları, dolayısıyla ben'i / ego'su, entelektüeli teslim alır, yutar.”
Yazarımıza dair intiba da bu yönde. Daha önceki bir yazısında şunu yazan biri hakkında nasıl düşünmek lazım:
Fikirlerimi yazmayı sürdüreceğim. Belki daha örtük ama daha etkili bir dille... İfade gücü, kavramlaştırma yeteneği güçlü bir yazarım zira.”
Vallahi bendeniz bu kadar akademisyen/entelektüel tanıdım, ama ömrümde böyle bir ifade kuranı görmedim.
Entelektüelin sorduğu sorular, esas itibariyle, yanlıştır; o yüzden, kısa devre yapar: Aslî değil, arızî olan'la ilişkilidir çünkü.”
Yahu adam Varlık nedir? Sormuş. Daha ne sorsun? Teknolojiden, kapitalizme, fetişizmden cinselliğe, ulus-devletten medyaya kadar her meselede en temel meseleleri sormuş. Ha cevap verememiş dese, bir ölçüye kadar anlarım. İslam dışında bu illetlere reçete çekecek bir mercii yoktur dese, o da eyvallah. Ama sormamak ne demek?
Arızî olan'ı aslî katına yükseltme yanlışı ve yanılgısı, entelektüelin sürgit yanlış ve yanıltıcı sorular sormasına yol açar. Bu da, entelektüeli yorar ve duygusal yapar.”
Bu kadar mı boş bir yazı olur? Bir misal? Bir tanecik yahu? Yazarımız keşke dese ki aslî olan soru şudur, arızî olansa şu, yanlış soru şudur, doğru olansa şu. Biz de derdi ne anlayalım. Vallahi şu postmodern obskürantisler bile beni bu kadar yormuyor.
Akademisyen, durmuş-oturmuş biri gibidir. Ama sadece 'gibi'dir. Akademisyen, 'gibi'leri oynar yalnızca.”
Ne demek şimdi bu?! Oturmamış da ne yaparmış? Göbek mi atarmış? Bir de essahtan oturmuş olanlar kimler? Neredeler? Oturunca ne yaparlar?
Görünüşte, metni ve zihni, duygudan ve tarafgirlikten uzaktır: Oysa bu, gerçekte, entelektüel'in duygusundan, duygusallığından daha derin bir tuzaktır: Çünkü akademisyen'in metninde de, zihninde de yalnızca tuzu kuru, kupkuru bir 'akılcılık' hükümfermâdır.”
Hangi akıl, ve hangi akılcılık? Fıkıh metinleri akılcı bir anlayışla yazılmıyorlar mı? Yoksa hepsi kalpten, ilham ile mi yazılıyorlar? İnsan vahiyle irtibatlı tefekkür, teemmül, tezekker, tefakkuh ettiğinde bile muayyen bir akıl ile amel etmiş olmuyor mu? Ve yine bir misal bekliyoruz. Ama nafile. Bu arada muhatap kim? Müslüman entelektüelleri mi? Sekülerler mi? Yoksa hepsi mi? Hepimiz toptan kalbimizi yedik de tuzukuru bir akılcılıkla mı konuşuyoruz?
Yine, görünüşte, akademisyen'e göre, 'ak' ve 'kara' yoktur: Ama gerçekte, akademisyen, anlamadığı, aslâ anlayamayacağı, 'derûnî yapılar'ı, 'gri alanlar' olarak görür ve gösterir; böylelikle 'gri alanlar'ın hükümranlığını ilan ederek, hakikati karartır; derûnî dünyalardan gelebilecek ışığı da söndürür.”
Kemalist akademisyen için ak ve kara bellidir: Ak olan Atatürktür, kara olan gericiler, yobazlardır.
Solcu için bellidir: Ak olan direniştir, nefyetmektir, tenkit etmektir, komünizmdir, kara olan kapitalizmdir.
Müslüman için bellidir: Ak olan İslamdır, kara olan zulümdür.
Demokratlar için bellidir. Ak olan demokrasidir, özgürlüktür; kara olan totalitarizmdir.
Liberaller için bellidir. Yapısökümcüler için bellidir. Foucaltcular için bellidir. Feministler için bellidir.
Ama kafası çalışanlar gri gibi görünen alanların da farkına varırlar. Bu gri gibi görünen alanlar hakikati karartan alanlardır. Hakikat kararsın diye değil, hakikat nur saçsın diye bu alanlara işaret edilir. Bir misal vereyim: II. Abdülhamid, İslam'a bu kadar hizmet ederken ilerde ortaya çıkacak olan Kemalist ulus-devletin de önünü açacak projeler geliştirmiştir. Zamanın senkronizasyonu, Hicazdaki tren istasyonuyla İstanbul'dakinin aynı olması, telefonun ithal edilmesi, 9.000 modern okulun açılması vs. Şimdi bu merhuma baktığımızda modernist birini mi göreceğiz, yoksa ihdas ettiği her siyasayla yalnızca İslam'a fayda sağlamış, lâ-dini olan her müesseseyi, söylemi ve pratiği sonuna kadar bertaraf etmiş birini mi göreceğiz? Alın size gri alan. Abdülhamid güzellemesi yapıp alkışı almak kolay. Ona küfür etmek de. Ama yaptıklarını tek tek sonuçları ve nedenleri itibariyle değerlendirmek ve bu suretle bu griliğin örtüsünü kaldırmak. İşte bu entelektüelin işi!
Sonuçta, hâkim zihniyeti ve zihin yapılarını, durumları ve durumalışları aklamakla sonuçlanır bütün uğraşı.”
Ben artık kayboldum. Kimden bahsediyor yazarımız? Seküler entelektüeller desem? Ama hangileri? Kemalistler mi? Faşistler mi? Milliyetçiler mi? Solcular mı? Hangileri? Adorno, Levinas, Badiou gibi allâmeler mi? Türkiye'deki paçoz Kemalist zevat mı? Ben entelektüel/akademisyen deyince -itiraz edecek bile olsa- Foucault'yu, Heidegger'i, Derrida'yı, Zizek'i, Agamben'i, Spivak'ı, Butler'ı, Kristeva'yı, Badiou'yu vb. hatırlarım. Allah aşkına! Bu adamların tenkit ettiği gibi Batı dünyasındaki hakim zihniyetleri ve yapıları derinlemesine tenkit etmiş bir Müslüman var mı? Yok Müslüman entelektüellerden bahsediyorsa kimden bahsediyor yazarımız. Kemalizmi ispat edenler mi? Anti-Kemalist olanlar mı? Türkiye'dekiler mi, Çin'dekiler mi? Uruguaylılar mı?
Akademik terbiye önemlidir elbette; ama akademizm, entelektüalizm'den daha tehlikelidir.
Entelektüel'in zaafları açıktır, 'ortada'dır; akademisyen'in zaafları ise örtüktür, şifrelenmiştir.
Aklın dışında, daha derûnî düşünme melekelerini devreye girdirmeye kalkıştığınızda, 'akademizme ihanet'le suçlanmanız ve 'aforoz' edilmeniz 'doğal'dır”
Kemalist bir gerzekle karşılaşırsanız durum bu. Ama bendeniz master tezimde sekülerizmi bir bütün olarak pornografi olarak tavsif ettim. Kemalizm'e eleştirel yaklaşan seküler hocalarımın gıkı çıkmadığı gibi, tebrik de ettiler. Hem, pornografinin bütün krizlerine karşı tek ilacın İslam olduğunu anlatmıştım bu tezde. Demem o ki, ne akademi bu kadar kapalı, ne de akademide iş yapan herkes dini pamal ediyor. Kaç tane arkadaşım var seküler hocalarıyla İslami iktisat tezi yazan. Akademisyen yeter ki hıyar ve bağnaz olmasın.
Akademizmi ancak akademizmin silahıyla vurabilirsiniz: Akılcılık.”
Hoppala! Yahu deminden beri akademizme vuruyordu bu muhterem. Şimdi de akademizme ancak akademizle, akılcılıkla vurulur diyor. Peki bu zamana kadar neyle vuruyordu muhterem? Akılsızca mı?
Buysa, sizin, kendinizi kendi ellerinizle vurmanız, demektir: Zira 'akıl, düşünmeyi mümkün kılan değil, öldüren bir şeydir' (Heidegger).”
Bir dakika! Bu Heidegger nereden çıktı şimdi? Hikmet ehl-i olarak mı arz-ı endam ediyor metinde? Topraklarımızdan fışkıran hikmetin, medeniyetimizin temellük ettiği hakikatin mümessili Heidegger miydi yoksa? Madem yeri geldiğinde, o akademisyen ve entelektüel Heidegger kullanılabiliyor, ondan hakkıyla istifade edilebiliyor, o zaman akademisyenin, entelektüelin suçu ne yahu? Bir de yazının sonunda şunu yazmış muhterem:İthal figürler, ithal akıllarla, ithal zihinlerle, ithal bir dünyanın eşiğine fırlatır bizi.” Heidegger yerli malımız olduğu için Kaplan'da bir dejenerasyon olmuyor herhalde.
Entelektüel, -Kant'ın hayalinin aksine- modernliğin henüz ergenlik çağına ulaş/a/mamış çocuğuydu: Deli-kanlı çocuğu.”
Evet “ifade gücü, kavramlaştırma yeteneği güçlü bir yazarım zira” diye yazan biri için tam da söylenmesi gereken budur.
O yüzden, duygusallıkla sonuçlanan yolculuğu, entelektüeli yedi-bitirdi. Kant'ın hayalini de hayalete çevirdi.”
Allahım sana geliyorum! Demin çok akılcı diye vuruyorduk entelektüele, şimdi de çok duygusal diye. Bu ne yahu?
Tek yönü vardı entelektüelin: Önü: O yüzden, arkasına bakmadan yürüdü ve düştü entelektüel önüne, yere, sereserpe.”
Şiir gibi değil mi?..
Vallahi yoruldum. Bundan sonraki cümlelerin hepsini tek tek tahlil edecek gücüm kalmadı. Nitekim işte böyle böyle şiir gibi gidiyor yazı (“Ama biri yaralı; diğeri 'paralı': Epistemolojik körleşme, ontolojik yokoluş”) ve sonunda şöyle diyor:
Bizi bize getirecek, insanlığın düşünce birikimine ulaştıracak, hakikatin kazısını yapacak, önümüzü açacak, dün olduğu gibi, yarın da insanlık çapında ilim, fikir, hikmet ve sanat yolculukları yapacak, ilkelerini ülkü'lere dönüştürecek, ülkü'lerinin ülke'sini bulması, dünyasını kurması için nefes alıp verecek, bu dünya için de, kendi için de değil hakikatin hayat olması için hakikatten süt emen çağ aşacak ve çağ açacak öncü kuşaklara, hakikat insanlarına ihtiyacımız var.”
Kim bunlar azizim? Kim?! Entelektüel değil, akademiyen değil. Anladık (gerçi anlamadık ama hadi anlamış olalım). Fakih mi, muhaddis mi? Mutasavvıf mı? Köşe yazarı mı? Kim yahu? Akademisyenin ruhu şifreli diye yazan birinin metni bu kadar mı şifreli, bu kadar mın acaip, bu kadar mı anlaşılmaz olur?
Yoksa, işimiz var! İşimiz zordur, o kadar!”
Bizim asıl böyle yazanlarla işimiz var. Bir köşe yazısında bu kadar çelişkiye düşen, bir dediği bir dediğini tutmayan, misalsiz, temsilsiz, tarifsiz hükümlerle, “şiirsel” ve boş tasvirlerle dolu yazanlarla işimiz çok zor! O kadar!!!

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder