7 Kasım 2014 Cuma

Neden Tayyipçiyim? (Ahmet Çiğdem'le münakaşa)

Neden Tayyipçiyim? (Ahmet Çiğdem'le münakaşa)

Normalde benim için Ahmet hocayla münakaşa bitmişti. Nitekim kendisiyle bu hususta mailleşmiştik. Münakaşa bitmişti derken, yazılı olarak bitmesini kastediyorum. Bazen rû be rû konuşarak on beş dakikada halledilebilecek meseleler, yazışarak bir ömür boyu nihayete eremiyor. Bazen dedim de yalan söyledim aslında; çoğu zaman, hatta neredeyse her zaman. Amma ve lakin, pek çok dostum ve talebem bu münakaşadan çok istifade ettiklerini söylediler. Devam etmemi istediler.

Diğer taraftan Ahmet hoca mail attı. Sağda solda kendi yazısını “nasıl koydu hoca kocaman” kabilinden paylaşılmasından çok rahatsız olmuş (Şayet benim yazım da bu şekilde paylaşılmışsa ben de aynı şekilde çok rahatsız olurum). Ben de son zamanda muttali oldum bu tür paylaşımlara. İlmî-felsefî münakaşaları sidik yarışı olarak telakki eden bu zevatın (solcu, Müslüman farketmez, tümünün) kendi sidiklerinde yüzmelerini temenni ediyorum.

Benim bu yazıdaki tek muradım, münakaşayı ilmî-felsefi-siyasî bir münakaşa olarak görenlere kendi meramımı anlatmak, o kadar. Tabii meseleler çok geniş, o yüzden en kestirmesinden izah etmeye çabalayacağım. Buyrun efendim:

Cevabınızı okudum; “siyaset”den “siyasal olan”dan ne anladığınız konusunda bir fikir edinemedim. Belki bu hususta kendinizi daha sarih ifade etmelisiniz. “Sol”, “sosyalizm”, “komünizm” kavramlarının arasındaki farklar ve bu farkların “siyaset” olarak hangi çatışmaları ihtiva ettiğine dair tartışmaları da, Lenin ve Troçki okuyan birisi olarak –yine- belki daha yakından takib etmeniz faydalı olabilir.”


Siyasetten ne mi anlıyorum? Tek bir cümle ile tarif etmem gerekirse:

Atla (köle) seyis (efendi) arasındaki mübayenetten sâdır olan münakaşa, müzakere, mutabakat süreçlerini ihata eden iktidar ilişkilerinin husule getirdiği techne -seyislik-, dasein'a unheimlich olarak zuhur eden dike'yi nefyetmeye nâ-mütenahi teşebbüs etmesi neticesinde inşa ettiği heim'de -polis'te, dasein'ın “da”sında- inkişaf eden ideolojik gerçeklikte dike'nin, o phusis'in dasein'a polemos minvalinde tahakkuk eden bütün patolojik cüzlerini ihtiva edecek şekilde istisna ya da semptom hükmünde -daha Aristoteles demeden evvel- mahkum edilerek oikos'a hapsedilmesi, geriye kalan alanın da sympathos'u fantazmatik senaryolarla deruhte eden mitsein'la rabıtalı egzistansiyellerin, yani irtibatın transandantal şartlarının, atı da seyisi de, ve hatta techne'yi ve dike'yi de içine alıp dışına bırakarak ve sonra tekrar içine alıp dışına bırakarak imkansız bir mutlak kimliğiyle/yasasıyla tebarüz ettiğinde, seyisin bizzat kendisine bile ekstatik hale gelmesini ve bu suretle “kendinde” attan kastre olarak failleşmesini, failleşerek ancak psikoz belası mânâsına gelen cevherini ve onunla aynileşmeyi terketmesini; yabancılaşmasını, kendisiyle polemik hale gelmesini, kendi içinde yarılmasını, kendisine tahrim edilmesini ve en nihayetinde Poe'nun mektubu gibi apaçık ortada olduğu için bir türlü bulamadığı mahrem kendiliğini das mann'ın tayin ettiği küçük öteki nesnelerine menfinin karanlığında ihtirasla yönelerek ispat etmeye çalışmasını, bu uğurda bütün bir dike'yi ve dike'nin -her günkü mukadderatının- hem külli hem de cüzi polis'i icbar ettiği teşkilatlanma şeklini nazketmeyi, bütün bir ontolojisini, içinde dikotomilerin arasındaki farkın, bırakın ilanihaye tehir edilmeyi, ontik-vasati bir telakki vasıtasıyla dahi işaret edilemediği antagonistik ve keyif dolu bir enkaza kalbedişini ahmakça göze almasının ardından mazhar olduğu “muvaffakiyet”in gözleri fal taşı gibi açtıran katastrofisini bertaraf etmeye matuf amel etmek babında teche'nin mahut tarifinde zımnen lafzileştirilen adaleti -her şeyi yerli yerinde yapmak, olması gerekenin olması, cevherine uygun muamele etmek vs- işin içine, mecburiyetle sarmaş dolaş olmuş olan hürriyet mefhumunu da dahil ederek, techne'ye (dolayısıyla ethos'a) ve dike'ye/daimon'a tam da onların belirlenimi dahilinde meydan okumaya çalışmasını, keyif'te boğulmamak için de polis'i daha aklî (enstrümantel ya da cevheri) ya da daha kalbî tesis etmeye uğraşmasını hem mümkün hem imkansız kılan bütün bir diyalektiği anlıyorum.

Siyasetle siyasî arasındaki farkı da Schmitt ve Laclau'ya yaslanarak, yasa ve istisna arasındaki fark olarak vaz ediyorum.

Genel olarak düşünme biçiminizin ve kavramsal dünyanızın “okazyona” bağlı savrulmaları ve bu savrulmaların düşünsel sonuçları konusunda da bazı belirsizliklerin hâlâ sürdüğünü söylemeliyim. “Büyük Öteki” yoktur- mesela, bu önerme bir moment, belli bir kavramsallaştırım içerisinde işlevsel olabilir ama, bu aynı şekilde, “Büyük Öteki vardır” önermesinin de işlevsel olabileceği, teorik ve politik uğraklar da mevcuttur. Takib ettiğiniz literatüre bağlı olarak, bu tamamen, simgesel, imgesel ve Gerçek’in nasıl kavramsallaştırıldığıyla ilgili pratik bir meseledir.”

Düşünme biçimimde zerre kadar savrulma olduğunu düşünmüyorum. Bilakis bu ifadenin kendisi bir savrulmadır. Daha doğrusu bir tökezlemedir: “Büyük Öteki” lafzı Lacan'a ait. Ve Lacan'da büyük Öteki'nin varolduğu hiçbir moment yoktur! Olabilir dediğiniz anda Lacan'ın dışına çıkarsınız. Ve çıktığınız anda girebileceğiniz tek yer vardır; din. Diğer taraftan simgesel, muhayyel ve Gerçek'e tam da bu lafızları kullanarak farklı bir mânâ veren kimse bilmiyorum. Ahmet hoca fakiri bu konuda aydınlatabilir. Zupancic, Zizek, Miller, Fink, Salecl vs. hiçbirinde böyle bir şeye rastlamadım. Lacan'a dair bildiğim tek revizyon keyif'le alakalı. Onu da Scott Willson “neşe” olarak lafzileştirdi. Ha bir de Zizek'in geç dönem metinlerinde “artı-keyif'te neymiş kardeşim? Keyif zaten hep bir artı-keyif olarak tahakkuk eder” minvalindeki küçük tenkitlerini sayabiliriz. Bunun dışında bu kavramları konvansiyonel kullanılışından farklı mânâlar yükleyenler kimlerdir? Hakikaten bilmiyorum.

Siyaset, pozitif bir belirlenim, vargısal bir edim, nedensel bir aktüalizasyon değildir. Bir tür iradeciliğin, istemciliğin, yahut objektivizmin sonucu da değildir. “Müsbet bir teklif” hiç değildir. Sonuç olarak, bir tür projenin, programın, iyi tasarlanmış toplumsal bir mühendisliğin konusu, nesnesi de değildir; fakat böyle anlaşılabilir ve bu minvalde siyaset de üretilebilir.”

Benim de böyle düşündüğüm ilk cümlemden belli olmuştur sanıyorum. Fakat başından beri münakaşa ettiğimiz mesele şu: Siyasi hasmını kapitalizm olarak tayin etmiş (lafzileştirmiş) olan “solcular” neden kapitalizmi nefyetmeye, nakzetmeye ve yıkmaya dair tek bir teklif getiremezler? Irkçılık, milliyetçilik, mekan, popüler kültür gibi mevzularda teklif getirebilenler, neden asıl mesele olan kapitalizme karşı, onu yıkacak tek bir teklif getiremezler? Bu mühim değil midir?

Ha şayet solcu olmak demek segregasyona, diskriminasyona vs. karşı olmak, demokrasiyi ilanihaye radikalize etmek demekse, o zaman ben solcu arkadaşlara söyleyeyim: O her gün küfrettikleri AKP cumhuriyet tarihinin en solcu partisidir (Ermeni, Alev, başörtüsü, Kürt siyasaları vs.).

Ben Mimar Sinan'da doktora yaptım. Okula girer girmez, beni “sol”cuların pankartları karşılıyor: AKP türbanını al ve üniversitemizden defol! Sırf bu söylem, ve bu söylemin okulun her tarafında utanmadan pornografikleştirilişi, tek bir akademisyenin dahi bunu meseleleştirmeyişi bile Türkiye'de (kapitalizm dışı meselelerde de) sol diye bir şeyin olmadığını gösterir.

Demin AKP'ye solcudur dedik ya: Çıldırmıştır Müslüman ırkçısı “sol”cularımız. Neden? Çünkü AKP neoliberal. Yani günümüz kapitalizmin ideolojisinin müdafii ve tatbikçisi. O zaman ben de soruyorum: AKP ne yaparsa neoliberal olmaz? Ne yaparsa kapitalizmi nakzedecek bir siyasa ihdas etmiş olur?

Heidegger -zımnen- der ki: Teknolojinin olduğu yerde insanlar teknolojiye tamamen karşı olamazlar. Teknolojisiz bir hayat tasavvur edemezler. Teknolojiye ancak teknolojinin belirlenimde muhalafet ederler. Bu da onları daha yeşil, daha ekolojik bir teknoloji istemek gibi inotantik hallere sevkeder.

Demem o ki, bugün elimizde Amish gibi yaşamayı tasavvur eden bir “sol”cu olmadığı için her biri ancak kapitalizmin belirlenimi ve ufku içinde kapitalizme karşı “çıkıyorlar” (!). İşçilerin hakları falan diyorlar. İşçi hakkı mukaddestir. Bununla istihza etmem. Ama içinde, işçilerin haklarını bihakkın aldıkları (ki Marx'a göre kapitalist ne kadar ücret verse artı değer yüzünden hiçbir zaman işçinin hakkını ödeyemez. Ama solcu arkadaşlarımız bunu göz ardı ederler, sonra işçi hakkı diye nida ederler) bir kapitalizmin artık çökmeye yüz tuttuğunu söylemek en hafif tabirle saflıktır. Bilakis işçilerin haklarını ne kadar telafi ederseniz, kapitalizmi o kadar rehabilite edersiniz. Şehirleşmeyi ne kadar çevreye uygun yaparsanız, kapitalizmi o kadar rehabilite eder, o kadar ekolojikleştirirsiniz. Teknolojiyi ne kadar ekolojik yaparsanız, kapitalizmi de o kadar ekolojikleştirmiş olursunuz. Ama bunların hiçbirinde kapitalizm yıkılmış olmaz!

Ha şayet “solcu” vatandaşın derdi buysa, yani kapitalizmin (devletin, mülkiyetin, hukukun, ailenin vs.) olmadığı bir dünya değil de, çok daha insani bir kapitalizmse, o zaman mesele başka demektir. Ama artık bunun adını koysunlar derim. Bizim derdimiz kapitalizmle değil, onun rehabilite edilmesiyledir falan desinler. AKP'yi de bunun üzerinden tenkit etsinler. Yoksa çok komik oluyorlar. Benden demesi.

Utopyalar, Comte’un Catechisme’i, Necip Fazıl’ın Başyücelik Emirleri veya Medine Vesikası sizin anlamaya yatkın olduğunuz türden, “pozitif” bir siyaset öneriyordur herhalde, fakat bunlarla, değil bir gerçekliği anlamak, apartman idare etmek bile mümkün olmayabilir—bütün “somutluklarına,” ve “pozitif imâlarına” rağmen.”

Bir daha söyleyeyim: Başından beri ütopist bir tekliften söz etmiyorum (ki medine vesikası transandantal değil, immanent bir tenkittir, dolayısıyla ütopisti değildir, belirtelim). Solcuların kapitalizmi iktisadi merkezde yıkacak müspet teklifleri nedir? Onu çok merak ediyorum.

““Müsbet teklifleri yok” dediğiniz insanların, teklifi çok ve siz bunu biliyorsunuz. Onlardan tam olarak ne istediğinizi biliyor musunuz? Peki kendiniz tam olarak ne istiyorsunuz?”

Bir daha söyleyeyim: İçinde, Kürtlerin Kürt, Müslümanların Müslüman olabildikleri bir dünyada kapitalizm de apatheidla beraber yıkılmış olur diyemeyiz! Şehirlerin daha insani olduğu bir dünyada da! Ben ne istediğimi çok iyi biliyorum. Sorun şu ki solcu vatandaş da biliyor hesapta: “Kahrolsun kapitalizm” diyor, kapitalizme uygun siyasa ihdas edenleri lanetliyor, ama gel gör ki şu kapitalizm denen boku yıkmak için ne yapmak lazım birader? dediğinde en fazla işçi hakkı falan diyor. Ne istediğini bilen solcu, isteğine nasıl ulaşacağını bilmiyor!

Tartışma konusuna dönersek, kendimi tekrar etmeme izin verirseniz eğer, “siyaset teorisinin eksikliği” için adres, sosyalizm ve komünizm değildir.”

Bunları gündeme getiren ben değildim zaten.

Kapitalizm meselesine gelince. Bu konudaki çaresizlik sadece sosyalistlerin meselesi olmasa gerektir. Bütün insanlığı ilgilendiren bir “durum”dan söz ediyoruz. Kapitalizmin daha fazla büyümesine imân eden sağ teklif, kapitalizmi daha sosyal adaletci ve eşitlikci kılmaya yönelik sol teklifle kapitalizmin nihaî gerçeklik olduğunda ortaklaşır.”

Hah! Eyvallaaaaah!... İşte ben de bunu diyorum başından beri. Ne güzel ifade etti hocam. Daha neyi konuşuyoruz peki?

Bütün kitaplı dinler, kapitalizmle bir biçimde uzlaşmıştır.”

Bu ifade çok muğlak. Şayet Weberci gibi konuşuyorsak, yani modernite öncesinde de muhtelif kapitalizmler var diyorsak başka konuşmamız lazım, yok modern, post-modern kapitalizmse mevzu başka konuşmamız lazım. İslam'ın faizi yasaklaması (ve daha pek çok hüküm), Amishler'in teknolojiyi reddetmesi, Afrika'da para nedir bilmeden pagan dinlerine uygun yaşayan insanlar vs. Sırf bunlara bakarak bile bu ifade hükümsüz olur, şayet kapitalizmden merkantilizmi anlamıyorsak.

Komünist tahayyül, burada devreye girer. Komünizm, bir siyasal ve toplumsal rejim değildir; daha eşit ve özgür bir dünyanın, adaletin, merhametin ve şefkatin olumlandığı bütün çabanın “adı”dır.”

Ütopya kurmayacağız diye söz verdik az önce. O zaman ütopist olmayan bu tahayyülün hayali ne ola ki? Bu arada tahayyül ediyor da solcu vatandaşlar, o hayallerine (kapitalist olmayan dünyaya) gidecek bir yol tasavvur edebiliyorlar mı? Söyleyeyim: Polise taş atmakla bu iş hallolmuyor. “Türban”a küfretmekle de.

Bu çaba, kapitalizme karşı direnmeye değil, ötesinde bir imkâna inanır. Siz mümin bir insansınız; müminler dünyaya zafer için gelmezler, gariplerin kitabında muzaffer olacaklarına dair bir kayıd bulunmamaktadır. Bu tarihsel aşamada belki yenilmekten başka bir seçenek yoktur. Sözde-aktivizmin en büyük silahı, “yine yenil, hep yenil, güzel yenil” ağlaklığı değil, tabiatıyla kasteddiğim.”

Demek ki solcu olmak, hiç varolmamış bir dünyanın imkanına naifçe iman etmek demekmiş. İyi, güzel de, bunu çocuklar da yapıyor zaten. Bir hastanın iyileştiğini “tahayyül” etmesi marifet midir? Marifet kendi reçetesini yazabilmesidir. Hem reçete yazamayıp (başarız teşebbüslerinin neticesinde artık yazmayı aklının ucundan dahi geçirmeyip) hem de hastalığa küfretmesi ise ... ne diyeyim bilemedim ki? Çok yaşa Bedri Baykam!

Son olarak, tamamen yazdıklarınıza bağlı olarak, uzaktan, size dair beslediğim ümidin, bir tür sağ savrulmayla hebâ olabileceği endişesiyle, size ancak “kızdığımı” söyleyebilirim. Şu son yazdığınız yazınızın sarkazmı, bir müddet önce –haklı olarak- eleştirdiğiniz Yusuf Kaplan’ın toptancılığıyla nasıl mesafelenecek?”

Benim sola dair yaptığım “toptancı” tenkidin aynısını zaten hocam yapmış: “Kapitalizmin daha fazla büyümesine imân eden sağ teklif, kapitalizmi daha sosyal adaletci ve eşitlikci kılmaya yönelik sol teklifle kapitalizmin nihaî gerçeklik olduğunda ortaklaşır.”

Asıl şimdi iki tane toptancı hüküm vereceğim:

1- Dünyada kendisini “solcu” olarak takdim eden entelektüellerin hepsi (Badiou, Zizek vs.) ırçıklık karşıtıdır. Biraz komik olacak ama söyleyeyim: Anti Kemalisttir. Biz de ise solcuyum deyip Ermeni'ye küfreden de var, solcuyum deyip Müslümanlara (başörtülülere) ayrımcılık yapan da (epey) var.

2- Türkiye'deki bütün solcular Kemalisttir. İslam'a olan nefretleriyle, cehaletleriyle ve mesafeleriyle kemalisttir. Başörtüsünün özgürlüğü söz konusu olduğunda bir tek DSİP çıkmıştı, kayıtsız-şartsız destek veren, ama orada bile bir takım Zizekçi vatandaş üçüncü yolculuk oynuyorlar, hizmet alan hizmet veren ayrımı falan yapıyorlardı. “Çok radikalim, bildiğin gibi değil vatandaş” diye piyasaya çıkan Baskın Oran'ın dahi bu ayrımı yapması işin vehametini gözler önüne serer. Türkiye'nin önde gelen üniversitelerinde bilhassa sosyal bilimlerde neredeyse tüm akademisyenler “solcu”. Var mı bu departmanlarda bir tane Müslüman (dini vecibeleri ifa eden, temsil ve tebliğ eden)? Boğaziçi'nde, ODTÜ'de, Sabancı'da, Bilgi'de, Koç'ta, Bilkent'te? Bu nasıl bir apartheid'dır Allah aşkına?!

Bunların komünist tahayyülü varmış. Hah! Bu tahayyülde Müslüman'a yer olmadığı kesin!

Hocam kusura bakmasın: bir Ahmet Çiğdem üzerinden “sol”a dair telakkim değişmez.

Öleni, yaşayanı birer birer kurşuna dizdiğiniz yazınızı, Haşmet Beyle bitirmenizi anlayışla mı karşılamalıyız?”

Haşmet abi, benim akademide tanıdığım “solcu” herkesten çok daha bilgili, çok daha zeki, çok daha adil, çok daha feraset sahibi. Buna rağmen yazılarını en sıradan vatandaş dahi anlayabiliyor. Marifet budur işte. Keşke bugün paralel namussuzların kılavuzluğunda imza falan toplayan “solcu” akademisyenlerimiz, onun tırnağı kadar olsalar.

Belki bu yönde kaygılarınız vardır, bilemem, şu zavallı sosyalistlere ve komünistlere karşı yönelttiğiniz eleştirileri, dönüp, içinde yer aldığınız “bağlama” da yöneltmek istemez misiniz? Bu, üstelik şimdi, sadece teorik bir mecburiyet değil, aynı zamanda ahlakî bir yükümlülük olarak ortada durmaktayken?”

Bağlamı söyleyeyim mi okuyucular? Bu memlekette 80 senedir iç savaş var! Ve bu savaşı bitirecek kudrette tek hükümet AKP, daha doğrusu Erdoğan. Adamın Kürtlere iade ettiği hakları saymayacağım bile: Apo'yla görüşürüm diyen o! Diyarbakır'a gidip bu cezaevleri boşalacak diyen o! PKK'nın ve HDP'nin bütün ahlaksızlıklarına (yav en son 16 yaşında çocuğu Işidçi diye işkence ederek öldürdüler, sonra sol entellerimizden tek bir kelam işitmedik!) rağmen “barış yapacağız” diyen o! İçinde 78 kuşağından en radikal “solcuların” bile bulunduğu bir akil insanlar heyeti kurdurup onlara şehir şehir bu meseleyi anlattıran o! Parti tabanının büyük çoğunluğu barışı hazmetmemiş olmasına rağmen, siyasi hayatını riske ederek, hâlâ barış diyen o! Kobani'den gelen Kürt, Ezidi vs. 200.000 milteciye kapı açıp, bütün ırkçı reflekslere göğüs geren yine o!

Neymiş efendim? AVM yapıyormuş. Mühim değil mi? Mühim. Ama memleketin 80 senedir kan döken bir meselesini halletmeye ahdetmiş, azmül cezmül kastetmiş bir adamı (PKK düşmanları açısındansa barışı tesis edebilecek karizmaya sahip tek adamı) devirmek için “solcu” gösteriler yapmak, bu adama ve partisine her gün küfredip, neoliberalizm, AVM falan diyerek solculuk oynamak var ya: en hafif tabirle ayıp!

Bakın kendimden bahsedeyim: 28 şubat'ta başörtüsü ilahiyatlarda bile yasaklandığında, aklımdan kendimi ateşe vermek geçmişti. Yani bu mesele bu kadar ciğerimi yakmıştı. Diyelim ki Erdoğan başörtüsüne, imam-hatiplere vs hiçbir şey yapmamış olsaydı da sadece Kürt meselesinde şimdiye dek attığı adımları atmış olsaydı, o zaman yine kendisini her yerde müdafaa ederdim. Müslümanlar onu devirmek isteselerdi başörtüsüne hassasiyet göstermediği için, kendileriyle sonuna kadar mücadele ederdim.

Zira bu mesele şaka değil! Bağlam bu! Kemalist devlet! Irkçı devlet! Milliyetçi devlet! Kan döken ve döktüren devlet! Adam bunu değiştiriyor (daha dün kürtçe konuştu diye minübüste dayak yiyen Kürtler vardı bu memlekette, ne çabuk unuttuk)! Değiştirebilecek de tek adam! Varsa daha iyisi, CHP'den bile olsa desteklemezsem nâmerdim!

Savaşın dışında Türkiye'de her mesele tâlidir! Barış olmadan da kimse benden, geldiği günden beri darbeyle devrilmeye çalışılan, hakkı hiçbir şekilde teslim edilmediği gibi “solcu” entellerin Müslüman ırkçısı nefretinin nesnesi olan (“solcu” karikatür dergilerinin, Türk solu dergisinin kapaklarını hatırlayın Allah aşkına. Hepsini geçtim, birinde bu adamın kızını nasıl tavsir etmişlerdi hatırlıyor musunuz? Ha onlar sol içinde istisnai ırkçı bir grup mu? Peki neden bu kapak ve benzleri hakkında solcu entelektüellerimizden STKcılarımızdan bir tane tenkit gelmedi? Tabii onlar o arada Gezi'de Tayyip ölmüş anasına sövmekle meşgüldüler) bir adamı tenkit etmemi kimse benden beklemesin.

Hele bu konularda konuşmayanlar hiç beklemesin. Yarın savaş ve darbe ortamı biter, biz de kansız bir ülkeye kavuşuruz, işte o zaman AKP'nin “neoliberal siyasalarını” konuşuruz.

İçinde, AKP'li birinin gaz çıkartmasının bile “yumurta gibi kokuyordu birader!” kabilinden şikayetlerle AKP'nin darbe nesnesi olmasının meşruiyetini gözler önüne bir sebep olarak takdim edildiği bir ülkede, evvela barışı, sonra da asıl bu “bağlamı” konuşmamızı lazım.

Ya da en azından, AKP'ye ve Erdoğan'a barış hususunda sonuna kadar destek verelim; bu desteğimizi sonuna kadar her yerde ifade edelim, ondan sonra onları diğer hususlarda tenkit edelim. Olmaz mı? Daha ahlaklı, daha adil olmaz mı?

Sadece AVM değil barış da yapan bir adama, barış hususunda destek vermek, kendisine yönelik ırkçı nefreti tenkit etmek, kendisine yönelik iç ve dış darbe teşebbüslerini alenen telin etmek, ahlaki, insani, vicdani, islami, vs. bir yükümlülük değil midir?

AVM yapan Kürt bir başbakan olsa, birileri bu adama Kürt olduğu için hakaret etse, ayrıca bu adam ülkedeki iç savaşı bitirmeye çalışıyorsa olsa, o zaman, bunların hiçbirini görmeyip “AVM”yi gören solcuyu takdir mi ederdik tenkit mi? Ve yer miydik böyle bir “solculuğu”?

Bütün “solcu” entelektüellerin barış hususunda sonuna kadar Erdoğan'a destek verdiği bir ülke olsaydık, o zaman belki biz de bu kadar “yalaka” olmak zorunda kalmazdık değil mi?

Kendimi anlatmaktan nefret ederim. Hele buna mecbur edilirsem, daha çok nefret ederim. Yine de şunu belirtmeme izin verin: kendi adıma, AKP konusunda, din vs. konusunda, içerisinde yer aldığım tek mecra olan Birikim dergisinde yılıp çizilenlerden, bu derginin majör figürlerinin epeydir sürdürdüğü ve hiç onaylamadığım çizginin karşısında farklı şeyler söylemeye çalıştım. Fakat belirteyim, bunu Birikim dergisinde yapabildim ve İletişim Yayınları tarafından yayınlanan kitabımda. Sadece Gezi Olayı konusunda yazdıklarıma bakılırsa, neyi kasteddiğim daha iyi anlaşılacaktır. O yüzden Türk solu filan gibi genellemeleri ihtiyatla yapmak, yapıldığında da ihtiyatla karşılamak gerekir. Size de bunu öneririm.”

Ne diyeyim? Allah Türkiye “sol”u içinde Ahmet Çiğdem gibi hocaların sayısını arttırsın. Amin!






21 Ekim 2014 Salı

Ahmet Çiğdem'in Cevabı

Cevabınızı okudum; “siyaset”den “siyasal olan”dan ne anladığınız konusunda bir fikir edinemedim. Belki bu hususta kendinizi daha sarih ifade etmelisiniz. “Sol”, “sosyalizm”, “komünizm” kavramlarının arasındaki farklar ve bu farkların “siyaset” olarak hangi çatışmaları ihtiva ettiğine dair tartışmaları da, Lenin ve Troçki okuyan birisi olarak –yine- belki daha yakından takib etmeniz faydalı olabilir.
Genel olarak düşünme biçiminizin ve kavramsal dünyanızın “okazyona” bağlı savrulmaları ve bu savrulmaların düşünsel sonuçları konusunda da bazı belirsizliklerin hâlâ sürdüğünü söylemeliyim. “Büyük Öteki” yoktur- mesela, bu önerme bir moment, belli bir kavramsallaştırım içerisinde işlevsel olabilir ama, bu aynı şekilde, “Büyük Öteki vardır” önermesinin de işlevsel olabileceği, teorik ve politik uğraklar da mevcuttur.  Takib ettiğiniz literatüre bağlı olarak, bu tamamen, simgesel, imgesel ve Gerçek’in nasıl kavramsallaştırıldığıyla ilgili pratik bir meseledir.
Siyaset, pozitif bir belirlenim, vargısal bir edim, nedensel bir aktüalizasyon değildir. Bir tür iradeciliğin, istemciliğin, yahut objektivizmin sonucu da değildir. “Müsbet bir teklif” hiç değildir. Sonuç olarak, bir tür projenin, programın, iyi tasarlanmış toplumsal bir mühendisliğin konusu, nesnesi de değildir; fakat böyle anlaşılabilir ve bu minvalde siyaset de üretilebilir. Utopyalar, Comte’un Catechisme’i, Necip Fazıl’ın Başyücelik Emirleri veya Medine Vesikası sizin anlamaya yatkın olduğunuz türden, “pozitif” bir siyaset öneriyordur herhalde, fakat bunlarla, değil bir gerçekliği anlamak, apartman idare etmek bile mümkün olmayabilir—bütün “somutluklarına,” ve “pozitif imâlarına” rağmen. “Müsbet teklifleri yok” dediğiniz insanların, teklifi çok ve siz bunu biliyorsunuz. Onlardan tam olarak ne istediğinizi biliyor musunuz? Peki kendiniz tam olarak ne istiyorsunuz?
Tartışma konusuna dönersek, kendimi tekrar etmeme izin verirseniz eğer, “siyaset teorisinin eksikliği” için adres, sosyalizm ve komünizm değildir. Kapitalizm meselesine gelince. Bu konudaki çaresizlik sadece sosyalistlerin meselesi olmasa gerektir. Bütün insanlığı ilgilendiren bir “durum”dan söz ediyoruz. Kapitalizmin daha fazla büyümesine imân eden sağ teklif, kapitalizmi daha sosyal adaletci ve eşitlikci kılmaya yönelik sol teklifle kapitalizmin nihaî gerçeklik olduğunda ortaklaşır. Bütün kitaplı dinler, kapitalizmle bir biçimde uzlaşmıştır. Komünist tahayyül, burada devreye girer. Komünizm, bir siyasal ve toplumsal rejim değildir; daha eşit ve özgür bir dünyanın, adaletin, merhametin ve şefkatin olumlandığı bütün çabanın “adı”dır. Bu çaba, kapitalizme karşı direnmeye değil, ötesinde bir imkâna inanır. Siz mümin bir insansınız; müminler dünyaya zafer için gelmezler, gariplerin kitabında muzaffer olacaklarına dair bir kayıd bulunmamaktadır. Bu tarihsel aşamada belki yenilmekten başka bir seçenek yoktur. Sözde-aktivizmin en büyük silahı, “yine yenil, hep yenil, güzel yenil” ağlaklığı değil, tabiatıyla kasteddiğim.
Son olarak, tamamen yazdıklarınıza bağlı olarak, uzaktan, size dair beslediğim ümidin, bir tür sağ savrulmayla hebâ olabileceği endişesiyle, size ancak  “kızdığımı” söyleyebilirim. Şu son yazdığınız yazınızın sarkazmı, bir müddet önce –haklı olarak- eleştirdiğiniz Yusuf Kaplan’ın toptancılığıyla nasıl mesafelenecek? Öleni, yaşayanı birer birer kurşuna dizdiğiniz yazınızı, Haşmet Beyle bitirmenizi anlayışla mı karşılamalıyız? Belki bu yönde kaygılarınız vardır, bilemem, şu zavallı sosyalistlere ve komünistlere karşı yönelttiğiniz eleştirileri, dönüp, içinde yer aldığınız “bağlama” da yöneltmek istemez misiniz? Bu, üstelik şimdi, sadece teorik bir mecburiyet değil, aynı zamanda ahlakî bir yükümlülük olarak ortada durmaktayken?
Kendimi anlatmaktan nefret ederim. Hele buna mecbur edilirsem, daha çok nefret ederim. Yine de şunu belirtmeme izin verin: kendi adıma, AKP konusunda, din vs. konusunda, içerisinde yer aldığım tek mecra olan Birikim dergisinde yılıp çizilenlerden, bu derginin majör figürlerinin epeydir sürdürdüğü ve hiç onaylamadığım çizginin karşısında farklı şeyler söylemeye çalıştım. Fakat belirteyim, bunu Birikim dergisinde yapabildim ve İletişim Yayınları tarafından yayınlanan kitabımda. Sadece Gezi Olayı konusunda yazdıklarıma bakılırsa, neyi kasteddiğim daha iyi anlaşılacaktır. O yüzden Türk solu filan gibi genellemeleri ihtiyatla yapmak, yapıldığında da ihtiyatla karşılamak gerekir. Size de bunu öneririm.


18 Ekim 2014 Cumartesi

Ahmet Çiğdem'e Cevap




Ahmet Çiğdem'in -bütün aşağılamalarına rağmen- kıymetli olduğuna inandığım yorumunun tamamına cümle cümle giderek cevap vermeye çalışacağım. Türkiye'de küfür yemeye o kadar alışmışız ki biri küfür etmeden, akademik perspektifi olan bir yorum yazdığı zaman bizim için çok kıymetli oluyor. Normalde pazartesi günü cevap yazacaktım. Baktım, bir nefeste yazıyorum, yazayım dedim. Yazdım. Buyrun.

““Sol yoktur” başlıklı yazınızın, gerçekte “solda bir siyaset teorisinin olmadığı” iddiasını dile getirmeyi amaçladığını görmekle birlikte, bu iddianın tam da, “sol yoktur” ifadesini yanlışladığını, aslında, “sol varolduğu için”, “sosyalizm ve/veya komünizmde” bir siyaset teorisinin gelişkin bir biçimde temellendirilmediği ampirizmini öne çıkarma kurnazlığına prim bile vermek istemem, değil değer—yine de bu ampirizmi görmezlikten gelmek doğru bir tutum olmasa gerektir.”

Birincisi “sol yoktur” derken “sol”a yüklenen o mahut mânânın/amacın -cari ideolojik konstelasyona, baskıcı iktidar yapılarına, “emperyal” küresel düzene hem teorik hem de pratik olarak karşı çıkmak- saçma ya da imkansız olduğunu kastetmiyorum.

Bilakis bu her zaman mümkündür. Böyle bir imkan her zaman için vardır. Lafı “mümkün”den “imkan”a bilerek getirdim. Zira imkan dediğimiz şey her zaman için kendi mahrumiyetini (steresis) yani imkansızlığı -tabiri caizse- “performe” eder. İmkan (dunamis) kendi nakizini (adunamis) bize paradoks olarak zuhur edecek şekilde kendi içine alır. İmkan aynı zamanda imkansızlıktır. Buraya kadar Aristoteles'in Metafizik'ini konuşmuş olduk.

Neden mi? Zira “sol”un imkanından bahsetmeden evvel aslında câri düzenin imkanından bahsetmemiz gerekir. Câri barbar düzen mümkün olduysa, gayr-ı kapitalist ontolojilerde bastırılmış o kendisini mümkün kılan imkanlar fiile dönüşmüş demektir. Demem o ki, nasıl ki câri düzen sabık düzende bir imkandıysa, yarın da bir imkansızlık olarak tahakkuk edebilir. Dedik ya imkan imkansızlığı da içine alır, kapitalizmin imkan şartları da aynı zamanda onun imkansızlık şartları olarak tahakkuk edebilir.

Bendeniz soldan önce esasen büyük Öteki'nin varolmadığına, yani mevcut simgesel düzenin -Kemalizm, kapitalizm, emperyalizm, muhafazakarlık, apartheid vs.- mutlak olmadığına inanırım. Şayet bunların hepsine birden “sağ” diyeceksek, yani status quo'yu, halihazırdaki simgesel düzeni “sağ” olarak isimlendireceksek, o zaman sağın tam da bir fantezi olduğunu kabul etmek mecburiyetinde kalırız.

Bu da bizi, dünya “sol”unun (Türk solunun değil, zira onlar sadece İslam düşmanı, bu düşmanlık için Koç'tan kumanya almaya bile hazır) tam da o muhalafet ettiği câri ideolojik düzenin semptomu olduğunu ispat etmeye sevkeder. Daha sarih bir ifadeyle, şayet câri düzenin muhafazasının müdafaasını yapan “sağ” ise, ve “sol”da bu düzeni iptal etmeye “kastetmiş” olan ise, o zaman “sol” “sağ”ın semptomudur demektir.

Bakın bu durumda bile sol diye bir şeyin olmadığını kabul etmek mecburiyetinde kalırız. Zira semptom kendinde bir cevher olarak, muhtevası müspet bir kendilik olarak “var” değildir. Daha ziyade, kendisini Yasa'yla olan diyalektiğinde vaz eder. Müspet bir kendilik olarak var değildir semptom ama tahakkuk ettiğinde o dahil olup ait olamadığı Yasa'yı (konumuz açısından “sağ”ı, “düzen”i vs.) askıya alma kudretini de haizdir.

Ezcümle, sağ olsa olsa bir fantezidir, “sol” ise “sağ”ın semptomudur. Benim asıl sıkıntım, teorik “sol” geleneğin “sağ”ın, kendi iç antagonizmasının semptomlar olarak tezahür ederek kendisini pratik olarak yıkmasını beklemenin ötesinde pratik bir siyasetin teorikleştirmesini yapamamasıdır. Ve pratikte “sol” olarak isimlendirilen -komünist, sosyalist- hareketlerin de kendinden önceki “sağ”dan bile beter bir duruma sebep olması, o nefyettiğini iddia ettiği sağdan daha fazla “sağcı” hale gelmiş olmasıdır.


Hele hele “sol” kavramının, gösterdiğinden çok gizlediğini ve artık, solla, sosyalizmin ve komünizmin özdeşleştirilmesinin çocukca bir tutkuyu imâ ettiğini belirtmek isterim. Siz sola bakmaktan, sosyalizme ve komünizme bakmaya fırsat bulamıyorsunuz. Buna devam edebilirsiniz.”

Açıkçası sosyalizm ve komünizm ile sol arasında bir tefrik-temyiz yapıldığını ilk defa duyuyorum. Hocadan önce böyle bir temyizi yapan var mı bilmiyorum ama varsa bile söylemlerini kanonikleştiremedikleri kesin.

Diyelim ki böyle bir temyizde bulunduk. Bu durumda şunları söylemem gerekir. Birincisi benim yazımda pratik komünizme ve sosyalizme dair hiçbir tenkit yoktu. Zira bendeniz bu pratiklerin de başta Marx olmak üzere (bütün teorik) “sol”la uzaktan yakından alakası olmadıklarını düşünüyor, ve bu yüzden bunları tenkide değer bile bulmuyordum. Kaldı ki ampirik “sol” üzerinden “teorik” “sol”a çakmanın da çok adice olduğunu düşünmüşümdür hep.

Ahmet Hoca beni bu noktada çok şaşırttı. Bugün “sol”cuların bile müdafaasını yapmaktan imtina ettikleri sosyalizme ve komünizme bakalım diyor. Ve benim bakmadığımı söylüyor. İşin kötüsü ömrüm Nazist, Maoist, Stalinist ve Kemalist yapıları araştırmakla geçti. Bakmamak ne kelime? O kadar bakmışım ki artık bunlar aklıma geldiğinde midem bulanıyor. Neden olduğuysa izahtan vareste.


Sosyalizmin bir siyaset teorisine sahip olmadığı iddiası, bir çok kereler ve muhtelif isimlerce sahiplenilmiştir. Perry Anderson, Batı Marksizmi üzerine yazdığı kitabında hatta, bu iddiayı, kitabın temel argümanı olarak benimsemiştir.”

Birincisi ben sosyalizmin değil onu da kapsayacak şekilde bütün bir “sol”un , kendine “sol” diyen her failin teoride kısa devre verdiğini iddia ediyorum. İkincisi Anderson'la bendenizin argümanları çok farklı. Anderson Frankfurt Okulu, Althusser, Lukasc gibi teorisyenlerin en büyük sıkıntısının, o dönemin sosyalist hareketlerinin (başta sovyetler) başarısızlığa uğramasından sonra yalnızca teoriyle iktifa etmeleri ve bu suretle sınıf mücadelesinden ve bu mücadelede taraf olmayı vaaz eden Marx, Lenin, Luxemburg gibi pratik derdi olan “otantik” solculardan kopmaları olduğunu söylüyor.

Halbuki bendeniz bu isimlerden bile -kapitalizmi bertaraf etmiş ya da edebilecek- bir pratik siyasetin çıkmadığını iddia ediyorum. Neden mi? Birincisi Marx'ta tek bir müspet teklif yok. Sırf bu durum bile, ona referans yaparak söylem ve pratik ihdas eden bütün entelektüelleri krize sokar. Müspet bir teklif getirdikleri anda Marxist değildirler. Devrimi beklemeyelim diyen Luxemburg da buna dahildir, Lenin de. Bence Marx'a referans yaparak siyaset yapanların tümü Marx'ı nakzeder. Ama bu kötü bir şey değildir. Belki sorunlu olan Marx'tır. Bahs-i diğer. Ama siyaset ihdas edelim diyen bu gibi isimler de hem pratik hem de teorik olarak başarısız olmuşlardır.


Gelgelelim, bu bir siyaset teori yokluğuna ve zaafına yol açmadığı gibi, önce Lenin’le parti ve cadre anlayışı, sonra II. Dünya Savaşı konjönktürünün neredeyse zorladığı ve sonrasında bütün Komünist Partileri en azından bir yere kadar “vicdanen” bağlayan tek ülke sosyalizmi pratiği, sosyalist enternasyonellerin ve beynelmilel işci hareketinin gelişim tarihi içerisindeki tartışmalarla birlikte kılı kırk yaran siyasal çatışma ve anlayışları belgelediğini dikkatinize sunarım.”

Bu konuda hiçbir şüphem yok. Müthiş bir kriz var, müthiş bir teemmül var. Fakat mesele o ki, günümüz açısından netice yok!


Sadece Lenin ve Troçki’nin Rusya özgüllüğünden çıkarak yazdıkları bugün bile bir siyaset teorisinin öncüllerini kurmak bakımından eşsiz veriler sunmaktadır.”

Ben de aynı kanaatteyim. Bilhassa Troçki’nin fikirlerine çok ehemmiyet veririm. Ama yine aynı mesele: İyisiyle kötüsüyle Lenin öldü, Stalin geldi, her şey daha da mahvoldu, sonra da meşhur “sol” teorisyenlerin neredeyse hepsi Troçki'nin Stalinizm tenkitlerinin tamamını sahiplendiler ve hep bu tenkitleri dallandırıp hiçbir teklif getirmeden konuşmaya devam ettiler.

Sizin bütün bunları bilmiyor oluşunuz, yahut biliyor ve fakat önemsemiyor oluşunuz, solipsizminizi güçlendirir belki ama sizi haklı ve doğru kılmaz.”

Hocanın neden böyle söylediğini tam anlayamadım. Bendeniz Lenin'in de Troçki'nin de çok kıymetli fikirleri olduğunu düşünüyorum. Fakat pratik tekliflere geldiğinde, ikisinin de başarısız olduklarını müşahade ediyorum. Zira teklifleri yanlış yerden getiriyorlar. Her ne kadar Troçki'nin Stalinist yapıyı demokratikleştirme çabası çok kıymetli olsa da sonunda kendisi “Marxist”-Leninist- çizgide kaldığı için başarılı olamıyor. Daha önce de dediğim gibi Lenin de Troçki de Marxistim derken yalan söylüyorlar, şayet bu Marxizm yalnızca Marx'ın pratik ispat etmeyen teorik analizlerini sahiplenmek demek değilse. Diyebiliriz ki Lenin de -birkaç istisnayı dışarıda bırakırsak- Troçki de Lenin üzerinde uzlaşıyorlar. O zaman Lenin'i konuşmak lazım. Bu kıymetli bir tartışma olabilir. Ama şimdilik bunu tehir ediyorum, zira çok mesele çok uzun. Yalnızca şu kadarını söylemekle iktifa edeyim: Lenin'in bugün teori dünyasındaki en ateşli savunucusu olan Zizek bile Lenin'den hareketle müspet bir siyasa teklif edemiyor.


Sadece, Balibar’ın egaliberte kavramı bile (maalesef Ranciere değil)”

Ranciere kısmında egaliberte'yi sehven yazdım. Hoca düzeltmiş sağolsun. Ama malum, psikanalizde bu tür “lapsus”lara çok ehemmiyet verilir. Tesadüfi olmadığı düşünülür. Nitekim benimki de öyle oldu. Ranciere'in anahtar kavramı mesentente. Lyotard'ın differend'ine karşılık gelir. Bunu yazmam lazımdı. Ama kafam egaliberte'ye gitmiş. Zira yazının giriş kısmında Balibar demiştim ama yazı boyunca bir daha Balibar'ı yazmamışım. Kafamda Balibar'ı da yazmak varken Ranciere'i yazınca böyle bir hata olmuş. Diğer taraftan Ranciere ve Balibar arasında çok sıkı rabıtalar var. Bilhassa egaliberte meselesinde: Ranciere'e göre “polis” ile “kısımsız kısım” arasında bir antagonizma var. “Kısımsız-kısım” boş bir küllilik referansıyla polis'in semptomatik fazlası olarak tahakkuk ediyor. İşbu boş külli Balibar’ın egaliberte dediği, bütün konuşan varlıkların özgürlükteki eşitliğini vaz eden ilkenin ta kendisidir. Demem o ki egaliberte demişim ama çok da kötü olmamış sanki. Devam edelim:



Sadece, Balibar’ın egaliberte kavramı bile (maalesef Ranciere değil)”, münhasıran eşitlik paradigmasına bağlı geleneksel sosyalist bir siyasal kavrayışın çıkmazlarını bir kere daha vurgulamak açısından oldukça işlevsel olmuştur- sizin olmadığını sandığınız, siyaset kavrayışı için, bu tek örnek olmasa gerektir.”

Ya hoca beni anlamamış ya da ben kendimi anlatamamışım. Kuvvetle muhtemelen ikincisi. Bendeniz yazıda saydığım isimlerden pratik siyasete dönük hiçbir teklif gelmediğini söylemiyorum. Câri siyasi düzende tek mesele kapitalizm değil. Irkçılık, milliyetçilik, statücülük, nepotizm, ulus-devlet, küreselleşme, çevre felaketleri vb. pek çok mesele mevcut. Ama “sol” teori Marx'tan itibaren meseleyi temel olarak kapitalizm olarak vaz etmiştir. O zaman ben de kendilerinden temel olarak bu hususta bir teklifte bulunmalarını, -totaliter-otoriter-segregasyonist yapılardan önce- münhasıran kapitalizmi (hakikaten) yıkacak bir siyasa geliştirmelerini ve bu minvalde teklifte bulunmalarını talep ediyorum. Yoksa Zizek'e gidin bakın, milliyetçiliğin, ırkçılığın anasını pratik seviyede ağlatacak teklifleri olduğunu görürsünüz. Ama her kitabında meseleleştirdiği kapitalizme karşı tek bir teklifi yok.


Nitekim, andığınız isimler, sizi tatmin edecek bir siyaset teorisi geliştirmese bile, sizi “eğitmeyi” başarmış gözüküyorlar. Söylediklerinizin haksız, yanlış ve demagojik olduğunun en büyük kanıtı, şahsınızın düşünsel varlığı değil midir?”

Ona ne şüphe! Ben yazımda zaten bunu yazmışım. Demişim ki bu adamlar cari düzenin tahlil ve tenkidini nefis yapıyorlar. Ben de kendilerinden çok istifade ettim. Doktoramı da temel olarak bu isimler üzerine yaptım. Ama iş kapitalizme karşı -onu yıkacak- bir siyaset teklifine gelince, hepsinin ıslık çalmaya başladıklarını görüyorum.


Siz bunlarla değil, Star, Yeni Şafak, Sabah, Akşam, bilmem hangi tv kanallarındaki ağabeyleriniz ve arkadaşlarınızla varolmak istiyorsanız, bu sizin seçiminiz, buna bir şey diyemem. Onlar sizin “arzuladığınız” siyaset teorisini zaten geliştirmişlerdir belki.”

Keşke hocanın kıymetli yorumu burada bitseydi. Ya da bu şekilde devam etmeseydi. Sessiz kalmayı tercih ediyorum.


Bu ülkede düşünceye yönelik düşmanlığın bir kere daha sizin şahsınızda tescil edilmesinden üzüntü duyduğumu belirtmek isterim.”

Câri ideolojik konstelasyonu tahlil ederlerken bizlere heyecandan kalp krizi geçirtmelerine rağmen” diye yazan birisine bu söylenir mi? Bu adamların teorik yaklaşımlarına benim kadar hayran olan kaç kişi vardır bilmiyorum. Sırf bu yüzden doktoramı onlar üzerine yazmışım. Her makalemde onlara referans yaparım. Benim saldırdığım fikriyatları değil ki. Anti-kapitalist pratik siyaset hakkındaki fikirsizlikleri -teklifsizlikleri, sessizlikleri.


Ne kadar parlak olursa olsun, bu obskürantizmin sizin tarafınızdan temsil ediliyor olması, aynı şeyi bıktırıcı bir bayağılıkla sürdürenlerin ekmeğini elinden alabilir, burada bir yarar var; bunu da belirteyim.”


Şunu mu söylemek istiyor hoca acaba? Senin gibi bir AKP yalakası böyle şeyler yazdığında bir taraftan iyi oluyor, zira AKP yalakası olmayanlar senin gibi bir adam olmak yerine sahih bir entelektüel olmanın ne kadar zaruri olduğunu idrak edebilirler?

Bu arada obskürantizm nereden çıktı anlamadım. Yazı çok net. Sol sadece teoriden ibaret, ve bu teori pratik bir siyasa teklif edemiyor diyor. Tersine yazı biraz fazla “açık” oldu bence.


Kardeşce tavsiyem, olabilirse eğer, bu lafazanlıklara müracaat etmemenizin biyolojik ve ideolojik sağlığınız açısından önemli olduğu istikâmetindedir.”

Biyolojik sağlığım?

Bu notu yazmamın amacı şudur: müslümanların son yıllarda, sosyalizmi ve komünizmi teorik ve pratik olarak azımsamaya, değersizleştirmeye ve önemsizleştirmeye ayırdıkları enerjinin beyhude olduğunu söylemek.
Tanrı yardımcınız olsun, yine de.”


Ben dünyada -Vattimo'nun hermenotik komunizmini saymazsak-sosyalizmi ve komünizmi -ben de komünistim, ben de sosyalistim! demek dışında- yücelten, bunların ne kadar da isabetli siyasetler olduğu hakkında kitaplar yazan hiçbir “sol” entelektüel bilmiyorum. Müslümanlardan önce “solcu”lar değersizleştirdiler bunları. Ve Müslümanlarla ne kadar alakanız var hocam bilmiyorum ama gidin bakın Müslüman gençlere, STK'lara. Hepsi sabahtan akşama kadar Marx'tan Zizek'e kadar bütün “sol” teorisyenleri okuyorlar. O kadar ki “solcular”ı bile geçtiler. Allah hepimizin yardımcısı olsun, Ahmet hocamın da ideolojik ve biyolojik sağlığını korusun.

17 Ekim 2014 Cuma

Ahmet Çiğdem hocanın yorumu

-“Sol yoktur” başlıklı yazınızın, gerçekte “solda bir siyaset teorisinin olmadığı” iddiasını dile getirmeyi amaçladığını görmekle birlikte, bu iddianın tam da, “sol yoktur” ifadesini yanlışladığını, aslında, “sol varolduğu için”, “sosyalizm ve/veya komünizmde” bir siyaset teorisinin gelişkin bir biçimde temellendirilmediği ampirizmini öne çıkarma kurnazlığına prim bile vermek istemem, değil değer—yine de bu ampirizmi görmezlikten gelmek doğru bir tutum olmasa gerektir. Hele hele “sol” kavramının, gösterdiğinden çok gizlediğini ve artık, solla, sosyalizmin ve komünizmin özdeşleştirilmesinin çocukca bir tutkuyu imâ ettiğini belirtmek isterim. Siz sola bakmaktan, sosyalizme ve komünizme bakmaya fırsat bulamıyorsunuz. Buna devam edebilirsiniz. Sosyalizmin bir siyaset teorisine sahip olmadığı iddiası, bir çok kereler ve muhtelif isimlerce sahiplenilmiştir. Perry Anderson, Batı Marksizmi üzerine yazdığı kitabında hatta, bu iddiayı, kitabın temel argümanı olarak benimsemiştir. Gelgelelim, bu bir siyaset teori yokluğuna ve zaafına yol açmadığı gibi, önce Lenin’le parti ve cadre anlayışı, sonra II. Dünya Savaşı konjönktürünün neredeyse zorladığı ve sonrasında bütün Komünist Partileri en azından bir yere kadar “vicdanen” bağlayan tek ülke sosyalizmi pratiği, sosyalist enternasyonellerin ve beynelmilel işci hareketinin gelişim tarihi içerisindeki tartışmalarla birlikte kılı kırk yaran siyasal çatışma ve anlayışları belgelediğini dikkatinize sunarım. Sadece Lenin ve Troçki’nin Rusya özgüllüğünden çıkarak yazdıkları bugün bile bir siyaset teorisinin öncüllerini kurmak bakımından eşsiz veriler sunmaktadır. Sizin bütün bunları bilmiyor oluşunuz, yahut biliyor ve fakat önemsemiyor oluşunuz, solipsizminizi güçlendirir belki ama sizi haklı ve doğru kılmaz. Sadece, Balibar’ın egaliberte kavramı bile (maalesef Ranciere değil), münhasıran eşitlik paradigmasına bağlı geleneksel sosyalist bir siyasal kavrayışın çıkmazlarını bir kere daha vurgulamak açısından oldukça işlevsel olmuştur- sizin olmadığını sandığınız, siyaset kavrayışı için, bu tek örnek olmasa gerektir. Nitekim, andığınız isimler, sizi tatmin edecek bir siyaset teorisi geliştirmese bile, sizi “eğitmeyi” başarmış gözüküyorlar. Söylediklerinizin haksız, yanlış ve demagojik olduğunun en büyük kanıtı, şahsınızın düşünsel varlığı değil midir? Siz bunlarla değil, Star, Yeni Şafak, Sabah, Akşam, bilmem hangi tv kanallarındaki ağabeyleriniz ve arkadaşlarınızla varolmak istiyorsanız, bu sizin seçiminiz, buna bir şey diyemem. Onlar sizin “arzuladığınız” siyaset teorisini zaten geliştirmişlerdir belki. Bu ülkede düşünceye yönelik düşmanlığın bir kere daha sizin şahsınızda tescil edilmesinden üzüntü duyduğumu belirtmek isterim. Ne kadar parlak olursa olsun, bu obskürantizmin sizin tarafından temsil ediliyor olması, aynı şeyi bıktırıcı bir bayağılıkla sürdürenlerin ekmeğini elinden alabilir, burada bir yarar var; bunu da belirteyim. Kardeşce tavsiyem, olabilirse eğer, bu lafazanlıklara müracaat etmemenizin biyolojik ve ideolojik sağlığınız açısından önemli olduğu istikâmetindedir. Bu notu yazmamın amacı şudur: müslümanların son yıllarda, sosyalizmi ve komünizmi teorik ve pratik olarak azımsamaya, değersizleştirmeye ve önemsizleştirmeye ayırdıkları enerjinin beyhude olduğunu söylemek. Tanrı yardımcınız olsun, yine de. -

Ahmet Çiğdem hoca lütfetmiş yorum yapmış. Sağolsun. İstediğim -ve zaten kendisinden bekleyeceğim- dolulukta bir yorum olmuş. Gözlerden kaçmasın istedim. Yalnız bedenizin de kendilerine birkaç itirazı olacak. Bu haftasonu şehir dışında bir panelde olacağım için zat-ı alilerine cevap veremeyeceğim. Ama döndükten sonra bu kıymetli yoruma hakkında birkaç kelam etmek niyetindeyim. Allah cümlemize faydalı ilim nasip etsin.  

16 Ekim 2014 Perşembe

“Sol” diye bir Şey yoktur



Başlığı “sol” hareketleri aşağılamak için atmadım. Bilakis, şimdiye kadar bütün teorisyenlerin alenen ifade etmekten dibine kadar ürktükleri müstehcen bir hakikati teslim etmek için böyle bir başlık atmayı tercih ettim.

Sol yoktur” derken, solun müspet bir siyaset ihdas etmek noktasındaki ezelî ve ebedî krizini kastediyorum elbette.

Sol dün de yoktu, bugün de yok. Muhtemelen yarın da olmayacak.

Hayır efendim, sadece Türk-Kürt solundan bahsetmiyorum.

Dünya üzerinde “Sol” tesmiye edilen tüm siyasi hareketler de “sol”un ihdas etmesi gereken asıl siyasanın ne olduğu hakkında ilim sahibi olmadıkları için, artık hiçbiri bunun üzerinde kafa yorma gereği bile duymuyorlar.

Onun yerine, çoğu zaman öfkeyle ortalığı yakıp yıkmayı ve polise karşı “cihad” etmeyi, bazen de neşeyle düdük çalıp “özgün” şarkılar söylemeyi tercih ediyorlar.

Peki neden böyle? Solun vehametinin sâdır olduğu yer neresi?

Tek cevabım var: Teori.

Ne Marx ne de ondan sonra gelen solcu teorisyenler -Gramsi, Lukasc, Althusser, Adorno, Horkheimer, Marcuse, Badiou, Zizek, Ranciere, Balinar, Laclau vs.- mevcut hastalıklı düzenin tedavi edilmesi için lüzumlu olan reçete hakkında tek bir satır yazabilmişlerdir.

Marx'a soruyoruz: Ne Yapalım? 50 cilt kitap yazmış, ve 50'sinde de câri konstelasyonu tenkit etmiş adamın bu soruya verebildiği tek bir cevap olmuş:

Bütün ülkelerin protelerleri birleşin!”
-Tamam birleştik! Şimdi ne yapalım Marx reis?
-Birleşin oğlum işte. Günün birinde bu kapitalizm kendiliğinden yıkılacak zaten. Siz o zamana kadar birleşik olarak durun yav.
-????


Gramci'ye soruyoruz: Ne yapalım?

-Hegemoni var, işçi sınıfının çıkarlarını müdafaa edecek entelektüeller yetiştirmek lazım, karşıt hegemonik (kültürel) bir mücadele yapmak lazım.
- O zaman kapitalizm çöker mi Gramsci başgan?
- Allah kerim...
-??????

Lukac'a soruyoruz: Ne yapalım?

- Stalin yavşağın tekidir. Stalinizm de Marxizm değildir. Ölmeden evvel bunu anladım çok şükür. Geniş kitlelerin taleplerine ve ihtiyaçlarına cevap verecek bir siyaset geliştirmek lazım.
- Mesela?
- İşte biliyorsunuz, yabancılaşma var, şeyleştirme var, sınıf şuuru var ... ha bu arada revizyonizmin de Allah belasını versin.
-Amin
- İşte böyle..
-????

Althusser'e soruyoruz: Ne yapalım?

- 68 hareketlerinde ben de yer aldım, ama bildiğin ergen lan bunlar. Bir daha tövbe.
- Yani?
- Erken Marx, geç Marx, humanizm çok kötü, bilim önemli, tıp da çok gelişti ... önce ideoloji vardı, aşırı-belirlenim, çağırılma ... ayrıca ben bu devletin ideolojik aygıtlarının ...
-Eyvallah abi. Netice?
- Sizin bu Yakup çağırılmadım diye hayıflanıyor, biz neden çağırılıyoruz diye. Çok garip adam lan bu Yakup. Pardon Yusuf. Bazen karıştıyorum.
- ????


Adorno soruyoruz: Ne Yapalım?

- Negatifte kal bilader!
- Valla biz de bu sebepten şeyetmiştik. Durum çok negatif. Hep negatifte kalıyoruz malum. Nasıl çıkarız bu negatif durumdan?
- Soyunursan polisi çağırırım! Ama cinselliği bastırmaktan da kurtulmamız lazım.
- ???
- Sen git biraz Stravinsky dinle. Bu arada Auschwitz'den sonra da şiir yazılamaz. Wagner'in de, jazz'ın da, popüler kültürün de tâ ...
- ???

Laclau'ya soruyoruz: Ne yapalım?

- Cemiyet diye bir şey yoktur, bu yüzden siyaset her zaman, her yerde varolacaktır. Siyaset yap!
- Kapitalizmi yıkacak siyaset nedir?
- Radikal demokrasi lazım bize.
- Ne diyon hacı sen Allah aşkına?
- Bak gördün mü? Bir anda antagonistik olduk işte. Demek ki neymiş? İçtimai antgonizmanın tek belirleyicisi sınıf çatışması değilmiş!
- ????

Badiou'ya soruyoruz: Ne yapalım?

- Devrim dediğin hakikattir! Matematiksel bir ontoloji, ontoloji gibi ontoloji işte...
- Eyvallah. Sonra?
- Yaşasın Mao!
- Maoizm kapitalizmi yıktı mı?
- Efendi ol! “Hadise” çıkartma!
- ????

Zizek'e soruyoruz: Ne yapalım?

- Nazar etme ne olur, “amel et” senin de olur.
- Kapitalizmi yıkacak amel nedir?
- Şimdi bak, biz dünyanın yok olduğunu bile tasavvur edebiliyoruz, ama kapitalizmin yıkıldığını edemiyoruz. Manyakça di mi?
- Öyle. Ne yapalım peki?
- Ben de reçete yok. Ama Stalin'in bu kadar çok aşağılanması beni çok rahatsız ediyor. Bu arada biri totalitarizm mi dedi?
-??
-Kafeinsiz kahven var mıydı?
-??????????

Ranciere'e soruyoruz: Ne yapalım?

- “Hiç”ler bir araya gelsin piçleri devirsin.
- O zaman kapitalizm çökecek mi?
- Onu bilmem, ama ... en azından egaliberte desem?
- Demesen?
- Althusser'in teorik-merkezci seçkinciliği yanlıştı!
-?????

Câri ideolojik konstelasyonu tahlil ederlerken bizlere heyecandan kalp krizi geçirtmelerine rağmen, iş kapitalizmi ve onun konstelasyonunu yıkmaya dair teklifte bulunmaya geldiğinde, bizleri kahkaha krizine sokan bu solcu entelektüellerden siyaset sahasında bir cacık olmayacağı kesin. Bari Foucault ve Derrida'ya da bir soralım.

Ne yapalım patron?

- Şimdi iktidar dediğin şey, patron, baba, devlet gibi figürlerde merkezlenen bir şey değildir. Her yerdedir.
- O zaman?
- Kendini baştan yarat!
- O zaman kapitalizm çökecek mi?
- Dispozitif, episteme, söylem .... ha bu arada delilere de çok yanlış yapılıyor.
- ?????
- Mesele kapitalizm değil, sen hâlâ anlamadın mı?
- ???????

-Derrida?
-Efendim?
- Ne yapalım ötekim?
- Hediye, dostluk, misafirperverlik, komşuluk, adalet ...
- Kapitalizmi yıkmadan adalet olur mu?
- Adalet zaten mümkün değil.
- Nedir adil olan?
- Yapısöküm
- Netice?
- Demokrasisiz demokrasi, cemaatsiz cemaat, dinsiz din .....
- Kapitalizmsiz kapitalizm?
- ...........
- ?????????

Bunlardan da bir cacık çıkmadı. Peki o zaman sola angaje olan ya da bu ideolojiyle flört eden teorisyenlerin bile tarif etmekte aciz kaldıkları bu “meçhul güzel”e referansla kimliklenip solculuk oynayanların mümeyyiz vasıfları nedir?

Onları her daim tenkit ettikleri sağ siyasetin ötesine taşıyan hususiyetleri nelerdir?

Bu soruya sehl-i mümteni ustası sevgili Haşmet Babaoğlu üstadım cevap versin:


Sahada müzmin mazlumluk veya kontrolsüz şiddet, teoride müzmin gevezelik veya ideolojik sofuluk”