26 Ağustos 2015 Çarşamba

Daha az porno seyret, daha çok oku!

Daha az porno seyret, daha çok oku!

Ümit Kıvanç'ın “Bu ne bilgi, ah bu ne tecrübe!” başlıklı içler acısı yazısının okkalı bir cevabı hakettiğini düşünüyorum.

1- Evvela belirtelim ki bu muhteremin Müslüman ırkçısı söylemleri ayrı bir yazı konusudur. Yarın öbür gün ona da gireriz biiznillah.

2- Bu hadsiz muhterem beni “Türk-İslamcı” tesmiye etmiş. Hayatım boyunca milliyetçilikle mücadele etmem bir yana, Türkçü olduğumu nereden çıkartmış hiç bilemedim. Muhtemelen o Müslüman-ırkçısı kafasındaki mahut steryo-tip “Müslüman” hayalindendir.

3- Lezbiyenler ve HDPKK üzerine yazdığım yazının porno müktesabatına değil, sosyoloji, felsefe ve psikanaliz ilmine ihtiyaç duyduğunu bir önceki yazımda ifade etmiştim. Buyursun yazıma baksın (http://www.aktuel.com.tr/yazar/suheyb-ogut/2015/08/23/diski-ve-kemalistler); mevzuyla alakalı hangi makaleler telif edilmiş dünyada görsün (bilhassa Zizek'in “Organs without Bodies” kitabına). Lezbiyenler ve protezlerinden bahsettiğinizde akıllarına sadece porno gelenlerin müktesabatı da ancak seyrettikleri porno filmler kadardır.

4- Gelelim asıl meseleye: Yazımdaki efendi-köle bahsine. Kendi cenahı kadar porno zihniyetli olan cahil yazarımız biraz Hegel, biraz Kojeve, biraz Lacan okumuş olsaydı, efendiden “kendinde”yi, “büyük Öteki”yi, “dolaysız”ı, “küllî”yi, “Yasa”yı, “fantezi”yi; köleden de “kendi-için”i, “küçük öteki”yi, “dolaylı”yı, “cüzi”yi, “istisna”yı, “semptom”u kasettiğimizi, dolayısıyla bu kendiliklerin esasen ontolojik vaziyyetlere tevafuk ettiğini anlardı.

Ama anlamadı. Anlamadı çünkü psikanalizin “p”sini, sosyolojinin “s”sini, felsefenin “f”sini bilmiyor. Yine de yazıyor, istihza ediyor. Demek ki, asıl haddini bilmiyor.

Haddini bilmeyene haddini bildirmek öksüzü doyurmak kadar sevaptır” hükmü mucibince aşağıdaki izahatı porno kafalılara bile yapmayı bir ibadet addediyoruz:

Not: Aşağıdaki makaleyi elimden geldiğince sarih yazmaya gayret ettim. Lakin Kıvanç'ın bu makaleyi bihakkın anlayabilmesi için kendisine -porno seyretmek yerine- şu kitapları okumasını şiddetle tavsiye ediyoruz:

a) Hegel: Geist'ın Fenomenolojisi, Hukuk Felsefesi
b) Kojeve: Hegel Felsefesine Giriş
c) Freud: Rüyaların Yorumu
d) Zizek: İdeolojinin Yüce Nesnesi, For They Know not, Tiklish Subject, Tarrying with the Negative
e) Butler: Cinsiyet Belası
f) Derrida: Grammatoloji, Dissemination, Acts of Literature
g) Lewis: Derrida and Lacan: Another Writing
h) Lacan: XI. Kitap (29 Mayıs 1964 tarihli “From Love to Libido” başlıklı seminer). XX. Kitap (bilhassa; 12 Aralık 1972 tarihli “On jouissance”, 9 Ocak 1973 tarihli “The function of the written”, 16 Ocak 1973 tarihli “Love and the Signifier”, 20 Mart 1973 tarihli “Knowledge and Truth” başlıklı seminerleri)
i) Said: Şarkiyatçılık

NEDEN HER İLİŞKİ BİR EFENDİ-KÖLE İLİŞKİSİDİR?

Ontoloji sahasında eşitlik, sadece ve sadece hiçlik demektir. Zira, kendilerini ispat edip birbirlerini nefyetmek için karşılaşan iki kendilik, kendilerini aynı ontolojik seviyede vaz ettiklerinde, kendilerini belirli (farklı) bir muhtevaya sahip olan muayyen bir kimliğin hiçbir ispatına ulaşamayan iki eşit kendiliğin (bizatihi ispatı nefyedip kendisini ispat dahi edemeyen) sonsuz nefiylerinden neticelenen bir hiçlik sahasında bulurlar.

ÖNCE SUÇ HUKUK-SUÇ DİYALEKTİĞİNİ ANLAYACAKSIN

Mesela, hukuk ve suç birbirleriyle eşit ontolojik statüde karşılaşırlarsa, birbirlerini nefyetmelerini ve kendilerini birbirlerinden tefrik etmelerini mümkün kılacak muayyen bir muhtevadan kaçınılmaz şekilde mahrum hale gelir ve dolayısıyla her ikisi birden hiçlik okyanusunda boğulurlar. Bu durumda, “Hukuk nedir?” sorusuna verilecek tek cevap ancak “Hukuk suç olmayandır.” olacak, ve “Suç nedir?” sorusuna verilecek tek cevap da ancak “Suç hukuk olmayandır.” olacaktır.

Bu çıkmaz sokaktan çıkmanın tek yolu, hukuk ve suç arasında ontolojik bir hiyerarşi tesis etmek ve bu suretle hukuku küllînin (dolaysızın, efendinin, büyük Öteki'nin) vaziyetine, suçu da cüz'înin (dolaylının, kölenin, küçük ötekinin) vaziyetine vaz etmektir.

Hukuk suç karşsında kendisini küllînin vaziyetine vaz ettiğinde, belirli hiçbir muhtevaya sahip olmayan dolaysız bir boş kasteden olarak zuhur eder. Bu da, kendisini cüz'înin vaziyetine vaz etmiş olan suçun, muayyen bir mânâ elde edip hukuka belirli bir muhteva tedarik etmek için, kendi (ontolojik açıdan boş olan) sınıfının (cinayet, tecavüz, hırsızlık gibi) keyfî misalleriyle aynîleşmesine vesile olur. Artık hukuk ve suçun ne olduklarından bahsetmek mümkündür: Hukuk cinayeti, tecavüzü ve hırsızlığı suç olarak belirleyendir.

Fakat hukukun -sanki hukuk bağımsız bir şekilde kendisinin ve suçun muhtevasını belirleyebilirmiş gibi görüneceği şekilde- hukuku önceleyen bu formel tarifinin aksine, bu kendiliklerin karşılaşmasının başlangıcından itibaren tahakkuk eden diyalektik, hukukun (muhtevasını hegemonize eden) keyfî suç misallerine, bir kimlik ve farklılık sahibi olmak bâbında daha fazla bağımlı olduğunu; kendi dolaysızlığının dolaylı suç tarafından dolayımlanarak feshedildiğini; hiçbir hukuka bağlı olmadan kendisini keyfî şekilde vaz eden (seküler) hukukun bizatihi küllî bir suç olduğunu gözler önüne sermektedir.

(SEKÜLER) HUKUK KÜLLÎ SUÇTUR

Son kertede, suçun efendisi olan hukukun sadece hukukun kölesi olmakla kalmadığı, aynı zamanda bizzat küllîleşmesi de olduğuna şehadet etmek mecburiyetinde kalırız. Başka bir ifadeyle hukuk, kendisinin suç olmadığı fantezisi kuran suçtan başka bir şey değildir. İbn-i Arabî'nin ıstılahıyla söyleyecek olursak, suç hukuka sadece bir “ev”e sahip olmak için muhtaçtır, oysa hukuk suça kendisine sahip olmak için muhtaçtır! Suç olmadan hukuk, hiçlikten başka bir şey değildir. Bu mânâda suç hukukun semptomudur, hem hukukun kimliğini mümkün kılmakta hem de hukukun suçtan mutlak surette farklı bir kimliğe sahip olmasını imkansızlaştırmaktadır.

Hukuk ve suç arasındaki işbu diyalektik hareket, kadın ve erkek yani efendi ve köle arasında da tahakkuk etmektedir. Tam da bu yüzden Lacan'a göre cinsel ilişki muhaldir.


EFENDİ NEDİR? KÖLE NEDİR?

Tıpkı Hukuk ve Suç gibi, “Erkek” ve “Kadın” kimlikleri de birer boş kastedendir. Muhtevalarının mutlak olarak neye tesadüf ettiğini tespit etmek, seküler/dünyevî nokta-i nazarda muhaldir. Bu yüzden muhtevaları (mefhumları) tarihî, içtimâî, siyasî, örfî olarak ârızî, istisnâi ve dolayısıyla keyfî şekilde hegemonize edilir. Her cemiyette, her cematte muhtelif ihbarî (konstatif) ve inşâî (performatif) kadınlık ve erkeklik varyantlarına rastlamamızın temel sebebi budur.

Peki ama neden her bir cemaat ve cemiyette değişen kadınlık ve erkeklik türleri bulmamıza rağmen, her cemaat ve cemiyette kadın ve erkek arasında değişmeyen bir asimetriye şâhit oluyoruz? Kadın ve erkek arasındaki küllî eşitsizliğin sudûr ettiği yer neresidir? İster teoriye ister ampirik sâhâya mâtuf olsun, câri sosyolojiik çalışmaların hiçbirinde bu sorulara verilmesi gereken cevabın -bırakınız zâtını- gölgesini bile görmek mümkün değildir (zira bu soruya ancak Lacancı psikanaliz cevap verebilir).

ZÂHİRDEKİ BÂTIN, ŞEKİLDEKİ MUHTEVA

Bu kördüğümü çözmenin tek yolu, cinsiyet kimliklerinin tarih ve cemiyet tarafından belirlenen ârızî muhtevalarını bir kenara bırakıp, Freud'un izinden giderek tam da bu kimliklerin şekilleri üstünde yoğunlaşmaktır. Cinsiyet kimliklerinin sırrı, bu kimliklerin zuhur etme şekillerinin – yani bizatihi “Kadın”, “Erkek” kastedenlerinin- ardındaki o saklı keyfî muhteva değildir; bilakis örttüğü bütün muhtevalardan daha bâtınî olan bu zâhirî şeklin ta kendisidir.

Madem ki cinsiyet kastedenlerinin kastettikleri haber ve inşâ (performativite) sürekli değişmektedir, o zaman bu küllî kastedenlere dair küllî bir hüküm verebilmek için, onların kastettiklerinin ötesinde olmasına mukabil kastedilen muhvetanın kastedilmesini de mümkün kılan transandantal muhtevanın -şeklin ardındaki değil şekildeki muhtevanın, şeklin kendi muhtevasının- üzerindeki örtüyü açmamız lazımdır.

Peki nedir bu cinsiyet şekillerine (zahirlerine/kastedenlerine) mündemiç olan transandantal muhteva?

Birbirlerine dikotomik olan, birbirinin zıttı olan, birbirinin nakîzi olan, birbirinin ötekisi olan bütün kendiliklerde (buna butch-femme ditokotomisi de dahildir!) cârî olan muhtevanın ta kendisidir: Vaz'iyyet.

DİYALEKTİĞİN VAZİYETLERİ

Kadın” ve “Erkek” şekilleri -diğer bütün dikotomik şekiller gibi- öyle rastgele zuhur etmezler. Kendilerini iki ontolojik vaz'iyyetten birine (Efendinin ya da kölenin, küllînin ya da cüzînin vaz'iyyetine) vaz ederek zuhur ederler.

Erkek” kendisini küllînin vaz'iyyetine vaz ettiğinde “kadın” da kendisini cüzînin vaz'iyyetine vaz etmek zorunda kalır. Ya da tam tersi.

Kadın”ı “Erkek”siz, “Erkek”i de “Kadın”sız düşünmek mümkün olmadığı için, bu kendilikler ancak aralarında dikotomik bir izafetin tebarüzüyle vücut bulabilirler.

Dikotomik izafet, mevzubahis kendilikleri birbirini ilânihâye nefyetmekten kurtaran, bu minvalde içinde, birini dolaysız referans noktası, diğerini de bu dolaysız referansın dolayımıyla kendi kimliğini kazanan dolaylı bir mülhak kılan ontolojik asimiteriyle ittihad ettiğinde “Kadın” ve “Erkek” yalnızca kendilerini vaz ve ispat etmiş olmakla kalmaz, aynı zamanda birbirlerine bağımlı iki vaz'iyyeti (Efendiyi ve köleyi, dolaysızı ve dolaylıyı) de vaz etmiş olurlar.

EFENDİ FANTEZİDİR, KÖLE İSE SEMPTOM

Hulâsâ, “Kadın” ve “Erkek”in ontolojik hakikati, onların evvela birer vaz'iyyet olmasıdır: “Kadın” köledir (cüzidir, bağımlıdır, dolaylıdır, istisnadır, semptomdur, küçük ötekidir), “Erkek”se efendidir (küllîdir, bağımsızdır, dolaysızdır, kaidedir, fantezidir, büyük Ötekidir).

Başka bir ifadeyle cüzînin vaz'iyyeti kadındır (köledir), küllîninse erkek (efendi). “Erkek” ve “Kadın” esasen birer ontolojik vaz'iyyet ismidirler. Şekillerine mündemiç olan transandantal muhteva da işte tam olarak budur.

Kadın” ve “Erkek” arasında efendilik-kölelik mahiyetinde ontolojik bir asimetri (eşitsizlik) olmadığı takdirde, bu kendiliklerin tefekkür edilebilmeleri, tefekkürün ve simgeselleştirmenin nesneleri olarak mevcudiyet kazanmaları muhal olur.

PSİKANALİZDE ERKEK VE KADIN BİYOLOJİK CİNSİYETLER DEĞİLDİR!

Peki bu ontolojik asimetri, aynı zamanda ontik (sosyolojik) bir asimetriyi de icap etmekte midir?

Bu soruya cevap vermek için basit bir misal vereceğiz: Aynı kudrette, aynı bilgide, aynı yaşta, aynı statüde, aynı zenginlikte, aynı yakışıklılıkta, aynı ahlakta, aynı sınıfta, aynı milliyette, aynı dinde olan iki (“biyolojik”) “Erkek”in sohbet ettiğini tasavvur edelim: Biri iki dakika konuştuğunda, diğeri de iki dakika konuşuyor olsun. Birbirlerinin sözünü hiç kesmeden, birbirlerine hürmet ederek, hatta birbirlerini tasdik ederek güle oynaya muhavere ediyor olsunlar. İlk sathî bakışta bu iki “Erkek” arasında mutlak bir eşitlik varmış gibi gözükecektir. Fakat ikinci esaslı bakışta bu kanaat yerle bir olur. Zira bu eşitmiş gibi görünen iki “Erkek” arasında gerçekte kat'î bir bağımlılığın, kat'î bir asimetrinin mevcut olduğuna şahit oluruz: Sohbetin aynı anda ikisi tarafından başlatılması mümkün olmadığı için, önce biri bir mevzu ortaya atmış, diğeri de bu mevzuya uygun olarak sohbeti sürdürmüştür (yoksa sohbet devam etmezdi, biz de kendi kendine konuşan iki psikotikten bahsetmeye başlardık). Biri konuştuğunda diğeri susmuştur (aksi halde sohbet yine mümkün olmazdı). Susan kişi konuşma sırası kendine geldiğinde, sohbeti devam ettirebilmek için az evvel konuşan kişinin bıraktığı yeri nazarı itibara almak zorunda kalmış, muhavereyi bu minval üzere sürdürmüştür (aksi halde sohbet biterdi).

EFENDİDEKİ KÖLE, KÖLEDEKİ EFENDİ

Bu da demektir ki, ilk konuşan, sohbetin gidişatını belirleyen “erkek” “Erkek” vaz'iyyetini işgal etmiştir: “Erkek”tir. Onun “belirleniminde”, onun “dolayımında” sohbeti sürdüren, kendi kelamını onun kelamına “ilhak” eden, onun kelamının “kölesi” hükmünde kelam eden “erkek”se “Kadın” vaz'iyyetini işgal etmiştir: “Kadın”dır. En başta “Erkek” vaz'iyyetini işgal eden “erkek”, sohbet süresince muhatabını her dinlediğinde, muhatabına hitap etmek için muhatabının kelamına uygun her kelam ettiğinde “Erkek” vaz'iyyetini terk etmiş olur, “Kadın” vaz'iyyetini işgal ederek “Kadın”a inkılap eder. Bu esnada sâbık “Kadın” da “Erkek”e inkılap eder.

İlişkinin, ötekiliğin, mânânın, sohbetin, arkadaşlığın, birlikteliğin, barışın, cemiyetin, sempatinin, düzenin, diyalogun tek bir imkan(sız)lık şartı vardır: Diyalektik!

Biribirleriyle karşılaşan kendilikleri “Kadın” ve “Erkek” (ya da köle ve efendi) vaz'iyyetlerinden birine vaz ederek birbirleriyle becâiş yapana dek muvakkaten kimliklendirecek, kendiliklerin aralarında simgesel bir ilişki kurulmasını mümkün kılacak, kendilikleri birbirlerinden tefrik etmekle beraber aralarındaki mutlak farkı da ilanihaye tehir edecek, menfînin hükmi altındaki bir diyalektik.

EŞİTLİK HİÇLİKTİR!

Diyalektiğin adem olduğu yerde ademiyet vardır sadece. Bu, iki kişinin aynı anda konuşması demektir. Nitekim biribirleriyle gerçekten de eşit olan iki kişinin, en azından aynı anda konuşabilmesi, birbirlerine bağımlı olmadan istedikleri gibi birbirlerine hitap edebilmesi iktiza eder. Ancak böyle bir eşitliğin olduğu yerde, konuşma da yoktur, ilişki de. Yalnızca “keyif” yüklü bir gürültü, kişileri birbirlerinin gurbetine sürükleyen saf bir antagonizma, her an sıcaklaşabilecek bir savaş vardır.

Eşitlik hiçliktir; (ontolojik) “Varlık”ı, (ontik) varoluşu nakzeden tekinsiz menfiliktir. İşte bu sebepledir ki “Kadın” ve “Erkek” arasında eşitliğin ötesinde bir ilişki tasavvur etmek gerekir. Zira “Kadın” ve “Erkek” arasında, sonu hiçliğe varmayan herhangi bir ilişki tasavvur etmenin tek yolu budur.

Kadın” ve “Erkek” arasındaki diyalektik-vaz'iyyet-becaişi sırf (susma-konuşma gibi) ontik minvallerle sınırlı da değildir.

Girişte de temas ettiğimiz gibi, “Kadın” “Erkek”in kölesi, bağımlısı, semptomu olarak tezahür ettiğinde, aslında “Erkek” “Kadın”a “Kadın”ın kendisine olduğundan daha fazla köle, daha fazla bağımlı olur:

NASIL DA BİRBİRLERİNE KALBETTİLER. GÖRDÜN MÜ?

En başta dolaysız bir efendi olarak zuhur eden “Erkek”in, sonraları “Kadın”ın mevcudiyeti, “Kadın”ın kendisine olan tâbiyeti, “Kadın”ın kendisine olan bağımlılığı sayesinde efendi olarak zuhur ettiğini görürüz. Böylece “Erkek” “Erkek” olmaktan, efendi olmaktan, bağımsız ve dolaysız olmaktan çıkar, “Kadın”a kalbeder. Ama bu “Kadın” o en başta nefyettiği “Kadın”ın katiyen aynısı değildir; bilakis bu “Kadın”ın küllîleşmesidir; külî bir “Kadın”dır. Kendi kadınlığını maskeleyen, kendisinin “Kadın” olmadığı fantezisi kuran küllî bir “Kadın”. Ve bu küllî “Kadın”ın kendisine dair kurduğu fanteziyi ihlal eden semptomun ismi ise “Kadın”ın ta kendisidir.

Tam da bu yüzden “Erkek”in ancak “Kadın” gibi bir dış kurucu ötekiye referansla ispat edilebildiğini, kimliklenebilmek bâbında hep böyle haricî-menfî bir unsura ihtiyaç duyduğunu dillendiren basmakalıp yapısökümcü feminist söylemlerden uzak durmak gerekir. Bunun yerine, “Kadın”ın “Erkek”in dâhilî antagonizmasının, dâhilî imkansızlığının, dâhilî boşluğunun hâricîleştirilmesinden, hariçteki semptomatik bir projeksiyonundan başka bir şey olmadığının teslim edilmesi lazımdır.

KÖLE EFENDİNİN SEMPTOMUDUR

Kadın” “Erkek”in semptomudur; “Erkek”te bastırılan Gerçek'in simgeseldeki geri dönüşüdür. Bu müstesna mülhak sayesinde “Erkek” hem “Erkek” olarak kimliklenir hem de bu kimlikle mutlak surette aynîleşmekten men edilir. Mutlak olan tek bir Şey vardır: O da mutlağın imkansızlığıdır.

Kadın” hakkında ne kadar mizojenist söylemler kurarsak, işte o kadar “Erkek”in hakikatine -Gerçek'te “Erkek” diye bir şey olmadığının, “Erkek”in saf bir fantezi olduğunun hakikatine- ulaşmış oluruz. Zira hakikat zâhiri-söylemsel gerçekliğe değil, bu gerçeklikte bastırılan, bu gerçekliği, o vehmettiği gibi mutlak olmaktan çıkartıp ârızîleştiren Gerçek'in ta kendisidir.

MİZOJENİSTLERDEN DAHA “FEMİNİST”İ YOKTUR

Kadınların aptal, korkak, cahil, şehvetli, iradesiz vs. olduğunu iddia eden hiçbir mizojenist, erkeklerin hiç aptallık etmediğini, hiç korkmadığını, hiç şehvetli olmadıklarını, hiç iradelerini kaybetmediklerini vs. iddia edemez. En hâlis mizojenist için bile erkek, yalnızca “kadın”a mahsus olduğunu vehmettiği menfî sıfatlardan hâlî değildir. Yani en hâlis mizojenist için bile erkekte bastırılmış olan bir kadın vardır. Bu da bizi, mizojenist ideolojinin söylemselleştirdiği “Erkek”in bile, kendi Gerçek'ini maskeleyen saf bir fantezi olduğunu, kendi Gerçek'ini haricîleştirip ona yabancılaşan basit bir fetişist yanılsama olduğunu ilan etmeye sevkeder.

TIPKI ORYANTALİSTLER GİBİ

Tıpkı kendi bünyesindeki bütün kuvvesizlikleri, bütün kudretsizlikleri, bütün istisnaları, bütün semptomları, bütün patolojileri, bütün menfilikleri, bütün antagonizmaları, bütün kısa devreleri “Doğu” şeklinde haricîleştirip kendisine müspet kimlikler izafe eden “Batı”nın hakikatine -onun bizatihi ideolojik bir fantezi ya da fetişist bir yanılsama olduğu hakikatine- tam da bu Doğu projeksiyonu sayesinde muttali olduğumuzu ilan ettiğimiz gibi.

Garip olansa, mizojenistler erkekteki kadını bastırmak, maskelemek ve haricileştirmek için bu kadar çırpınırken, feministlerin erkeği mizojenistlerinin dahi beceremediği şekilde, mizojenizmin dahi ufkunun ötesinde müspet-mutlak bir kimlik olarak tescil etmek için bıkmadan usanmadan uğraşmasıdır. Feminizmin bütün dalgalarına şâmil olan telakkideki en merkezi unsur, “Erkek” kastedenindeki hiçbir eksiği, hiçbir kısa devresi, hiçbir dahili antagonizması olmadığı varsayılan değişmez-mutlak-gayrı diyalektik (!) hususiyetlerdir: Efendilik, baskı, ölüm, disiplin, sömürü vs. Böylesi müspet bir “Erkek”, mizojenistin dahi erişemediği bir mutlaklığı ima etmektedir.

ŞİMDİ SEN SÖYLE: KİM EFENDİ? KİM KÖLE?

Mesele tavazzuh etsin diye basit bir misal daha verelim: Hoca ( biyolojik cinsiyeti ister erkek isterse de kadın olsun, hiç farketmez) sınıfın Efendisidir, sınıftaki talebeler de onun kölesi. Hoca istediği talebeyi susturur, istediği talebeyi konuşturur. İstediği zaman ayağa kalkar, istediği zaman oturur. İstediği zaman espiri yapar, istediği zaman ciddi olur. İstediğine düşük not verir, istediğine yüksek not. Fakat bütün bu kudret, aynı zamanda onu sınıfın kölesi kılan şeyin de ta kendisidir. Sınıftaki talebeler tabiri caizse onu kendilerine ders anlatsın diye vazifelendirmişlerdir. Saatlerce sesi kısılana, kan ter içinde kalana kadar ders anlatmasını emretmektedirler. Yıllarca okuyup öğrendikerini birkaç saat içinde kendilerine hülasa etsin de kendileri zahmetsizce bilgiye vakıf olsunlar diye hocayı ayakta konuşturmaktadırlar. Derse hazır gelmesini, bir önceki günden ödevlerini yapıp her daim hazırlıklı olmasını istemektedirler. Hocanın hata etmesine ise hiç tahammüllü yoktur talebelerin. Ve ders anlatışından oturup kalkmasına, giyinip kuşanmasına kadar bir hocaya yakışır şekilde eksiksiz-hatasız şekilde davranmasını bekledikleri hocalarının her daim kendileriyle ilgilenmesini, maddi-manevi sıkıntılarını çözmesini talep etmektedirler.

Bu haliyle hoca, sınıfın zavallı kölesidir. Hocalık mefhumuna mündemiç olan şey, bizzat sınıf köleliğidir.

Bugün hocaya baktığı zaman sadece zahiri efendiyi görüp bu efendinin zahirine mündemiç olan köleyi göremeyenler aptaldır -zira aptal, mecaz kuramayan, mecazi mesafeyi idrak edemeyen, zahiri kendisine irca edendir.



23 Ağustos 2015 Pazar

Kemalistlerin Lezbiyenlerle İmtihanı



“Butch Lezbiyenler ve HDPKK” başlıklı yazıma gelen tepkilere şöyle bir baktım ve gülmekten yarıldım.



Bu kadar mı komik, bu kadar mı salak, bu kadar mı cahil olunur? Tam bir karakomediydi...



Feminizminden anlamayan feminist Çiğdem Mater, homoseksüel ulusalcımız Oray Eğin, Ermenilik'inden başka 'satacak' bir şeyi olmayan Hayko Bağdat ve kendini solcu zanneden İsmail Saymaz.



Yanlarına odatv'yi de alıp hep beraber, akıllarınca dalga geçmiş, sonra da hönkürmüşler yazıma.



Ne güzel de yanyana gelmişler, değil mi?



Birbirlerine ne kadar da yakışıyorlar, değil mi?



Hele bir de sosyal medyadaki diğer PKK ve CHP fanatiklerini de arkalarına koyunca, dört dörtlük bir Kemalist/Kemalizm resmi çıkıyor ortaya.



Şimdi ben bu pokemonların söylediklerine tek tek cevap verecek değilim elbette.



Lakin ısrarla sorulan şu üç soruya topluca cevap vermek istiyorum:



Neden bir İslamcı “dildo” gibi “ayıp” şeylerle uğraşır da onu sosyolojik tahlillerinde bir metafor olarak kullanmaya çalışır?



Böyle bir İslamcı çok mu porno film seyretmektedir de böyle “ayıp” mevzulara girmektedir?



Yoksa çok mu cahildir de haddini bilmeyip sahası dışındaki meselelere duhul etmeye cüret etmektedir?



Cevabımız şöyle:



Milletin poposunu kurcalamak da ayıptır, fakat bir proktologun “popo kurcalamak ayıptır” demesi daha ayıptır.



Demem o ki, şayet lezbiyenler masallarda değil de kanlı canlı olarak dünyamızda, hemen yanı başımızda yaşıyorlarsa, bir sosyologun onlar hakkında okuma ve araştırma yapmaması asıl ayıp olandır.



Nitekim queer teoriye girip de lezbiyenliği mevzubahis ettiğinde ilk karşılacağınız mevzulardan biri de dildodur.



Sırf Judith Butler'ın Maria Cyber'la yaptığı söyleşiye baksanız ne demek istediğimi anlarsınız:



Cyber: “Feminist hareketle de sorunlarım var, mesela dildo.”

Butler: “Bununla bir sorunu mu varmış feministlerin?”

Cyber: “Evet, hâlâ da var.”

Butler: “Sorunları neymiş? Yeterince haz verici olarak görmüyorlar mı?”

Cyber: “Onunla sorunlular çünkü onun penis için bir ikame olduğunu düşünüyorlar.”

Butler: “Muhtelemen onu anlamadıklarından. Asıl penis, dildo için bir ikamedir. Bu bir şaka ama yine de mühim bir şaka zira dildonun mu yoksa penisin mi önce geldiği sorusunu soruyor.”



Bakın şu dildonun yaptığına! Bir anda çok sofistike bir teorik tartışmanın nasıl da merkezine yerleşiveriyor:



Bir tarafta dünyada militarizmden kapitalizme, ırkçılıktan ekolojik felaketlere kadar ne kadar belâ varsa, hepsinin temel müsebbibi olarak ataerkil düzeni gören ve bu yüzden erkekliğe dair bütün temsilleri yok etmeye ahdetmiş, bu minvalde dildoya bile lanet okuyan feministler var;



diğer tarafta onlarla dalga geçen queer teorisyenler.



Sırf bu mevzuyla alakalı kaç tane teorik makale yazılmıştır tahmin bile edemezsiniz.



Evet bizzat dildo eksenli olanlardan bahsediyorum.



Bakınız; Arpita Das'ın “Dönüştürücü Bir Siyasi Araç Olarak Dildo: Feminist ve Queer Perspektifler” başlıklı makalesi.



Bakınız; Suzanna Danuta Walters'ın “Buradan Queer'e: Radikal Feminizm, Postmodernizm ve Lezbiyen Gözdağı (ya da Neden Bir Kadın Daha Çok Bir G.tveren Olamaz?)” başlıklı makalesi.



Bakınız; Heather Findlay'in “Freud'un Fetişizmi ve Lezbiyen Dildo Tartışmaları” başlıklı makalesi.



Bakınız; June L. Reich'ın “Cinsiyet S.kişi: Dildo Yasası” başlıklı makalesi.



Ha bu arada hem dildo hem de butch lezbiyenlerle alakalı olarak bakınız: Carellin Brooks'un “Kadının Her Bir Santimi: Fallik Sahiplik, Dişilik ve Metin” başlıklı kitabı.



Yerim olsa daha yüz tane daha makale koyardım. Ancak sanıyorum dildonun ne kadar “mühim” bir teorik, sosyolojik, psikanalitik ve siyasi mesele olduğu ortaya çıkmıştır.



“Dildo” dendiğinde akıllarına sadece porno film gelenlerin, entelektüel repertuarlarında bu türden kitap ve makalelerin olmadığı kesin.



Entelektüel repertuarları porno filmlerle sınırlı olanların, “dildo”yu telaffuz ettiğiniz vakit sırıtarak “Ayyyy! Ne diyon sen öyle pornocu yobaz herif?!” demelerinde yadırganacak hiçbir şey yok.



Şunu da ilave etmeme müsaade edin:



Makalemle dalga geçen zırcahil gerzekler, beyinleri yeterse, Zizek'in “Organs without Bodies: Deleuze and Consequences” (Bedensiz Organlar: Deleuze ve Sonuçları) kitabını okusunlar da butch lezbiyenler ve dildo arasındaki rabıta üzerine neler yazılı bir görsünler derim.



Psikanalizin en temel meselesinin cinsellik, cinsiyet ve beden olduğunu; ve dolayısıyla penis, klitoris, anüs, dışkı, meme, kusmuk, orgazm, iktidarsızlık, fetişizm, kadın, erkek, LGBTT, cinsel fanteziler, porno filmler gibi mevzularla iştigal ettiğini söylemeye gerek var mı?



Maalesef bu ahmak Kemalistler için gerek var.



Ezcümle sevgili pokemon-kemalist okuyucularım:



Şayet sosyoloji, felsefe, psikanaliz okumak ayıp ya da komik değilse, bu sahalar dahilinde dildodan ya da dışkıdan bahsetmek de ayıp ya da komik değildir.



Yine de size ayıp ya da komik geliyorsa, bu sizin Recep İvedik tadındaki failliğinizden kaynaklanmaktadır, mevzubahis protezden değil.


20 Ağustos 2015 Perşembe