14 Eylül 2014 Pazar

Bonzai Şakaları


Büyük düşünür Ayhan Aktar stand-upçı olmalıymış. Cem Yılmaz'dan bile fazla gişe yapardı, emin olun.

Esprileri muhteşem:

- İçkiyi tedricen yasaklamaya çalışan AK Parti hükümetinin marifeti olan yüksek bira fiyatları, gençleri bonzaiye yönlendirmektedir!

- Kabataş motorları gece saat 01:00'de bittiği için gençler eve hapsoluyor, sonunda onlar da uyuşturucuya kayıyorlar.

- Ha bu arada, Kabataş motorlarının bu kadar erken saatte bitmesinin sebebi de, gençleri o şifa dağıtan Beyoğlu meyhanelerinden uzak tutmak. Sen genci meyhanenin sıhhatli ortamından uzak tutarsan, o da gider gecenin ikisinde dünyaya kahredip bonzai çeker.

Gülmekten altınıza kaçırdıysanız şaşırmam. Ben de o durumdayım.

Çok yaşa hocam! Siz beni güldürdünüz, Allah da sizi güldürsün...

Espri dediğin zeka ürünüdür. Kırk yıl düşünsem, bu kadar komik espiriler, bu kadar absürd şakalar yapmayı beceremem.

Ayhan hocanın zekası fevkalade keskin işte. Allah daha da keskinleştirsin.

Biz de bu sayede stresimizden biraz olsun kurtulalım...

Hocam işi biliyor: Hakiki bir akademisyen gibi bonzainin sebebinin bira fiyatlarının yüksekliği değil de;

Kemalizm tarafından tekke, medrese ve şifahi kültür gibi en kritik müesseseleriyle beraber topyekün bastırılmış olan semâvî ahlakın yerine geçen anomik düzen(sizlik) olduğunu;

doğruluğun ve yanlışığın mercii olan kadim büyük Öteki'yi (dini, örfü, ahlakı, babayı vs.) kaybetmiş (post)modern faili kendisine batıran o sinik ve nihilist bataklık olduğunu,

sadece gençleri değil, ihata ettiği bütün postmodern failleri sürekli olarak haz ilkesinin ötesindeki o acıyla karışık hazzı -keyifi- elde etmeye tahrik ettiği gibi keyiften mahrum kaldıkları zaman da kendilerini suçlu hissetmelerine vesile olan postmodern süperego olduğunu,

bonzai kullanıcılarının zaten orta sınıflardan değil, barda 30-40 liralık bira sefası sürmeyi hayal bile edemeyecek alt sınıflardan, hem de 11'in altına kadar inen yaşlardan çıktığını ve bu yüzden asıl meselenin travmatik bir şehirleşme olduğunu,

tüm bunlar bir yana, evvela ciddi bir saha çalışması yapılmadan mevzunun kalbine nüfuz edecek bir tahlil yapmanın imkansız olduğunu söylese,

o zaman bu kadar komik olmayı başaramazdı.

Hele bir de bastırılan bira bonzai olarak geri döner” mealinde psikanaliz kokan laflar etmek yerine, biranın (içkinin) nasıl da “özgürlük”, “medeniyet”, “Atatürk”, “Batı”, “ileri”, “Aydınlanma”, “çağdaşlık” gibi kastedenleri belli bir ideolojik kasteden zincirine sabitleyen ve onlara muayyen bir muhteva tahsis eden boş bir (ana) kasteden haline gelerek, “ayyaşlık”, “hastalık”, “suç”, “kaos” gibi kastedenleri nasıl da bastırdığını, nasıl da mülhak haline getidiğini, nasıl da semptomlaştırdığını söylese hiç komik olmazdı.

İşin eğlencesi biter, biz de kahkahalarımızdan mahrum kalırdık.

Diyorum ya hoca işi biliyor. Bir espri nasıl yapılır, bir akademisyen nasıl komikleşir çok iyi biliyor.

Malum; esprinin insanları güldürmesinin sebebi de bastırmayla irtibatlı.

Şimdi bir ulusalcı olarak komiklik yapan Levent Kırca'nın meşhur "Olacak O Kadar"ında beni çok güldüren bir sahne vardı:

Muhabir “saat beş sularında” dediğinde, onun tam teçhizatlı kameraman arkadaşı Cevat Kelle bir leğen suyun içindeki beşi gösteren saati işaret ediyordu.

Kastedenle kastedilen arasındaki mesafeyi muhafaza etmeyi başaramayanlar işte böyle komikleşir.

Mecazları idrak edemeyecek derecede sıkıntılı olanlar için mecazları zahirine irca etmek çok kolaydır. Ama bir akademisyen için çok zordur.

Bu yüzden Ayhan hoca gibi birisi, leğendeki suda beşi gösteren saat tadında söylemler kurduğu vakit, kendisinin ne kadar da keskin bir zekaya sahip olduğunu cümle aleme göstermiş oluyor.

Ancak bir komedyenin yapacağı şekilde sosyolojik ve psikanalitik tahliller yapıyor, herkesi gülmekten gebertiyor.

Görünenle görünmeyen arasına mesafe alamayanın, hangi saçma hükümlere kadar işi götürebileceğini göstererek keskin zekasını mecazi olarak ispat etmiş oluyor.

Malumdur ki görünenle (bonzai kullanı) görünmeyen (yukarıda saydığımız sebepler ve daha niceleri) arasındaki ilişki, sorunlu olmayanlar için muayyen bir mesafeyle, içinde teemmülün ve ilmî tahlilin kanatlacağı muayyen bir yarıkla kaimdir.

Fakat zeka sahipleri, görünenle görünmeyen arasındaki mecazi mesafeyi her daim muhafaza ettiklerinde ve bunu bir gelenek haline getirdiklerinde, sonunda bunlar arasındaki mesafenin kapatılma ihtimalini bastırmış olurlar.

"Mesafelerin" adamı olan bir akademisyen çıkar da bu mesafeyi ona mesafe alacak şekilde müstesna bir edayla kapatır, sonra "bira fiyatları yüksek, o yüzden gençler bonzai kullanıyor" derse, o zaman bu bastırılan orantısız zekaya karşı insanlar normalde vermeyecekleri enerjik bir tepki verirler: Gülmekten yerlere yatarlar. 

İşte hocanın olağanüstü amelinin bizler üstündeki tesiri de bu şekilde olmuştur. 


Varol be hocam. Varol. Bizleri şu zor günlerde, sıkıcı ve bir o kadar ciddî-ilmî tahlillere maruz kalmaktan kurtardın, bizleri kahkahalara garkettin ya... Allah da seni garketsin.   

7 Eylül 2014 Pazar

Mabed'i sen bekleme, ne olur..

Yusuf Kaplan fakire cevap yazmış. İçinde “siz” diye hitap ettiğim metne karşılık “sen” diye hitap ederek yazmış. Eyvallah. Ben de aynı şekilde hitap ederek yazıyorum. Şimdi cümle cümle gidelim:

Yazdığın yazı, eleştiri değil, hezeyan. Eleştirinin de bir âdâbı var. Çağın ağlarını aşarak, Ümmîleşme kaygısıyla, vahyin ışığında, iğneyle kuyu kazırcasına inşa etmeye çalıştığım, o Durduğum Sahici YER'i, ORADA/N söylediğim şeyi, bihakkın anla, ondan sonra eleştir elbette.

Yahu ben de anlamadığım için bu metni yazmışım zaten. Nerede duruyorsun Yusuf Kaplan? Alim misin, arif misin, hakim misin? Yoksa akademisyen misin, entelektüel mi? Sen kimsin, eleştirdiklerin kim?

Diyelim ki alimsin, arifsin, hakimsin (olmadığını bin defa ispat ettin, ama farz-ı muhal işte). Ya sen hiç tarihimizde bu sıfatlardan birine sahip olup da “ilim”, “hikmet”, “medeniyet” diye 10 sene boyunca nida etmekle iktifa edip, bunlara dair tek bir tarif, misal, temsil getirmeden, bunları ihata edecek şekilde tek bir eser dahi telif etmeden duran birini gördün mü hiç?

Durduğun SAHİCİ yer bu mu? 10 sene boyunca bozuk plak gibi “hikmet” demek mi?

Ya sen bilmez misin hikmet dediğimiz mefhumun delaleti bile alimlerimiz arasında epey bir tartışılmıştır? Onlarca alim, muhtelif mânâlar vermiştir hikmete:

Abdurrahman El-Hazini'ye sorsan mekanik gibi ilimlerin özel adıdır hikmet (Mizanü'l Hikme).

Kindi'ye sorsan felsefe demektir hikmet. Hakim-hükema dediği de filozoflardır Kindi'nin.

İbrahim el-Farabi'ye sorsan, sana onu seci, mesel ve nâdire olan farkı üzerinden izah eder sonra da varlıkta gizli olan gerçeğin açığa çıkarılması, lafza dökülmesidir der.

Taşköprüzade'ye sorsan, aptallıkla cerbezenin arasındaki itidal noktasıdır ve doğrudan amelle irtibatlıdır.

Kınalızade'ye sorsan, nazari kuvvetin itidalidir ve amelle değil nazariyatla irtibatlıdır: “Mevcudat-ı hariciyeyi, nefsü'l emrde ne halde ise o hal üzere bilmektir.”

Hakim et-Tırmızî'ye sorsan, kalbin ilahi sırlara vakıf olmasıdır. Bak sırf bu tarif bile hikmetin zahiri değil batınî vücutlarla irtibatlı olduğunu iddia ederek kendinden önceki tarifleri nefyeder.

Maturîdi'ye sorsan adalettir.

İbn'ül Vezir'e sorsan, Allah'ın bütün yapıp etmelerine sâik olan ve yarattıklarının tamamına veya çoğunluğuna kapalı olan râcih sebeptir.

Taberi'ye sorsan, söz ve fiilde isabettir.

Zemahşeri'ye sorsan ilim ve amel uygunluğudur. Râzi'nin kanaati de bu yöndedir.

Ahmed El-Kurtubi'ye sorsan, Kur'an'ın doğru yorumu ve uygulamasıdır.

Farabi'ye sorsan mânâları idrak etmektir.

İbn Abbas'a sorsan helali ve haramı öğrenmektir.

Hadi geçtim bunları, sırf usül alimlerine sorsan, onlar sana hikmetin iki ayrı mânâsı olduğunu söyler:

1- Zahiri vasfın illet kılınmasını gerektiren mânâ.
2- Maslahatın sağlanması, mefsedetin giderilmesi açısından teşri'e terettüp eden şeydir.

Şimdi söyle bakalım, sen hikmet dediğinde neyi kastediyorsun? Bu vakitten sonra söylesen bile işlemiş olduğun “günah”ın farkında mısın?

Akademisyen diye tezyif ettiklerinden işini hakkıyla yapanlar, işte bu mânâları tavzih ve teşrih ediyor, sonra da şayet bu ıstılahı kullanacak olurlarsa hangi mânâda yazdıklarını belirtiyorlar. Neticede senin gibi “çok katmanlı” (!) yazmış olamıyor garibanlar ama en azından bizim gibi zeka pırıltısı olmayanlar onların ne demek istediklerini anlama imkanına sahip olmuş oluyor.

Bu sırf hikmetle alakalı olan mesele. Daha hakikat dediğinde bile ne kastettiğini bilmiyoruz.

Kısaca şunu sorayım: Hakikati lafzın harice tevafuku olarak mı, yoksa haricin kaziyeye tevafuku olarak mı alıyorsun? Yoksa hakikatin hariçle tevafuk ilişkisine giremeyecek bir örtü açma sürecinin ismi olduğunu mu düşünüyorsun? Hakikatle neyi kastediyorsun?

Medeniyete gelince. Bununla ne kastettiğin yine belli değil. Haldun'un medeniyet kavramını mı, Elias'ınkini mi, Duerr'inki mi, Gökalp'inkini mi, Huntington'ınkini mi? Yoksa bunların dışında bir tarifin mi var? Varsa ne?

Metinden devam edelim:

Yazdığım metinler çoklukla rasyonalist değil, çok katmanlı metinler. Çelişki dediğin şeyler, hakîkatin türlü veçheleri. O yüzden okurken biraz dikkat ve özen ister.”

Sayende “rasyonalist” ve “çok-katmanlı” metin diye iki farklı metin türü olduğunu öğrenmiş olduk. Neymiş bunlar? Bak yine aynı şeyi yapmışsın: iki tane ıstılah icat ediyorsun, sonra da içini doldurmuyorsun. Ha bunlar kadim ıstılahlarsa, o zaman referanslarını yazsana! Ve bize bir tane misal ver rasyonalist metne dair. Bu öyle bir metin olsun ki, çok-katmanlı olmayıp dibine kadar rasyonalist (ne demekse artık) olsun.

Bir de bana dikkatli oku demişssin. Daha ne kadar dikkatli okuyayım? Cümle cümle gitmişim metninde. Ve bu kadar çelişki bulmuşum. Var mı birine bir cevabın, yok.

Ayrıca “senin o çelişki gibi gördüğün” diye yazmışsın. Bu ne yahu? Biz metinde bir sürü iç-çelişki görüyoruz, yazıyoruz, sonra da bunlar çelişki değil hakikatin türlü veçheleri diyorsun. “Postmodern dekadansın dansı” dediğin şey böyle bir şey olsa gerek.

Çelişe çelişe yazıp sonra da onlar hakikatin türlü veçheleri dediğinde tutarlı bir nihilist olmayı bile başaramıyorsun. Postmodern bir nihilist bile değilsin.

Ne ne okuduğunun farkındasın, ne de ne anladığının! Sorduğun sorularda da bir zekâ pırıltısı göremedim. Hâliyle, verdiğin cevaplarda da. Özür dilerim ama ukalalağın da cabası!

Haddini bilmeyene haddini bildirmek öksüzü doyurmak kadar sevaptır derdi rahmetli babam.

Bir iki yazımdan işine gelen cümleleri, eklektik bir ilkesizlikle cımbızlayıp saldırmak için kullanmışsın.

İşte şimdi çok ayıp ettin köşe yazarı! Ben bütün bir metni senin tek bir yazından hareketle yazdım. Ve tek bir metnini eklektik şekilde değil, cümle cümle tahlil ettim. Ama sonunu getiremedim. Zira gördüğüm çelişkiler kafayı yedirtti bana. Sadece bir yerde önceki bir yazından bir alıntı yaptım. Bu mu senin eklektik dediğin? İftira atmak bir Müslüman'a yakışıyor mu? (bu arada, bu yazıyı da senin metnini hiç cümle atlamadan tahlil ederek yazıyorum)

Meselâ: Paralel çeteden ölüm tehditleri aldığım bir sırada, 'Beni susturamazsınız. Kalemi güçlü bir yazarım. Başka şekillerde de yazarım,' mealinde o şartlarda yazmak zorunda kaldığım -o şartlara özgü-, o sevimsiz cümleyi, bağlamından kopararak, sadece saldırmak için tekrar tekrar kullanmakta bile sakınca görmemişsin! Ee, insaf artık! Çok çirkin ve edepsizce bir şey bu yaptığın!

Paralel namussuzlar beni ve kaç tane arkadaşımı Selam Örgütü'ne dahil ettiler. Ben de dahil kaçımızı ölümle tehdit ettiler. Ama hiçbirimiz bizi susturamazsınız mealinde böyle bir şey yazmadık. Sence bunda hiç sorun yok mu? Bir de senin bu narsisizmin için daha kaç tane misal getiririm de, dönüp o saçma yazılarına bakmaya gücüm de tahammülüm de yok. Ben birazdan senin şu yazdığın metinde bile nasıl enaniyet hezeyanları kustuğunu göstereceğim. Bekle.
İnsanların bulunduğu yeri kolaylıkla terkettiği şu alacakaranlıklar ortamında, 'Mabed'i terketmeyen, dört bir cephede savaşan bir insana, modern entelektüelin ve akademisyenin bize hakikate dâir esaslı bir şey söyleyemeyeceğini söylediğim için saldırman, senin nasıl bir savrulma / yersizlik sorunu yaşadığını gösterir yalnızca!

Çok beklemedin değil mi? Hemencecik geliverdi. 'Mabed'i terketmeyen, dört bir cephede savaşan bir insana”. Bu ne yahu? Şunu mu demek istiyorsun: Ben aslında bir kahramanım, kahramanca çarpışıyorum, hemi de dört bir tarafta. Nasıl benim gibi bir kahramana saldırırsın? Bir de Mabed'i beklemek ne demek? Sana mı kaldı mabed? Eskiler mabed'in tozuyum, mabed'in kelbiyim falan derlerdi tevazu icabı. Senin gibilerse, mabed'i bekleyenim diyor. Mabedi kim bekler? Söyleyeyim mi? Muhafızlar. Düşmana karşı beklerler. Mabed ne peki? İbadetin, ubudiyetin, abdın, âbidin haremi. Yani mabed demek İslam demektir. Sen İslam'ı dört bir tarafta müdafaa etmek için savaşan bir kahramansın, akademisyen ve entelektüeller mabedi terkeden hainler. Vay be! Ne dediğinin farkında mısın sen? Nasıl bir edepsizlik bu yaptığın? Hadi diyelim ki kendini böyle görüyorsun. Ya insan şunu yazmaz mı? Tek başına mı bekliyorsun? Yanında bekleyen vefat etmiş ya da yaşayan alim-arif-hakim hiçbir zat yok mu? Tek başına mı bekliyorsun? Herkes yalan oldu da bir tek sana mı kaldı mabed'i beklemek? Bunu nasıl bir enaniyettir. Al sana çok-katmanlı metin! Tek bir cümlende katman katman enaniyet var.

Gerçi metnin başında bütün rahatsızlığını ifşa etmişsin: “Çağın ağlarını aşarak, Ümmîleşme kaygısıyla, vahyin ışığında, iğneyle kuyu kazırcasına inşa etmeye çalıştığım, o Durduğum Sahici YER'i”. Allah Allah! Çağların ağını aşmışsın ha! Bravo! Nasıl bir kahramansın sen yahu! İğneyle kuyu kazarcasına da sahici bir yer inşa etmişsin. Helal! Yav ben mi yanlış biliyorum: kadim ulemamız bir yerde durur, bu yerden hareketle hüküm verirler, kendi durduğu yerde durmayanları tenkit ederler, sonra da doğrusunu Allah bilir derlerdi? Hiçbir alimimizin ağzından böyle bir cümle duyabilir misin? Sahici yerde duruyorum, hemi de iğneyle kuyu kazarak. Bu arada çağların da ağlarını da aşıyorum.

Bir de mabed'i köşende mi bekledin? Bekledin de bir eser telif ettin mi, dört bir taraftan (sosyoloji, psikanaliz, felsefe, ilahiyat) mabed'i müdafaa eden? Varsa söyle, hemen okuyalım.

Unutma! İnsanın durduğu yer, gördüğü şeyi belirler: Nerede durması gerektiğini bilemeyenler, ne/re/ye, ne'yle, nasıl yürümesi gerektiğini de bilemezler.

Tamam!

4 Eylül 2014 Perşembe

Yusuf Kaplan'la Nereye Kadar?


Kaç zamandır dişimi sıkıyorum cevap vermeyeyim diye. Ama artık hem biraz perdeleri yırtmamdan hem de bardağın taşmış olmasına dayanamıyor olmamdan Yusuf Kaplan hakkında yazmaya karar verdim.

Yıllardır bütün yazıları hikmet, hakikat, medeniyet diye inleyip duruyor. O kadar inliyor ki, hayatlarının merkezine hikmeti koymuş olan okuyucuları bile inletmeyi başarıyor.

Önceleri, kendisini okumayı bırakmıştım. Sonra tekrar okumaya başladım. Neden mi? Merakımdan: Daha kendini ne kadar tekrar edecek, nereye kadar böyle boş boş “hikmet” diyecek de, bu, entelektüellerin de akademisyenlerin de bilmediği, ama kendisinin anadan doğma vâkıf olduğu meçhüle dair tek bir misal vermeden, tek bir temsil getirmeden, tek bir izahat yapmadan güzellemeler yapmaya devam edecek diye çok merak ettim.

Şu son yazısına kadar da gördüm ki, biz bu muhteremi bırakırsak değil 5-10 yıl, Allah ömür versin daha bir 50 yıl hikmet, hakikat, medeniyet -ha bir de pergel – demeye devam eder; sadra şifa tek kelam etmeden, boş aforizmalarıyla göz boyayıp, saçma sapan gaza getirip sonra da “hikmet insanıyım”, “fikir adamıyım” diye ortalıkta gezmeye devam eder.

Allah var: 8-10 sene öncesinde böyle yazmıyordu Kaplan. Diğer köşe yazarlarına nispetle, güncele dair çok daha sofistike yazıyordu. Birkaç sene böyle gitti, sonra bitti. Bitiş o bitiş.

Şimdi neye çatacağını, ne söyleyeceğini şaşırmış vaziyette. Son yazısı bunun mükemmel bir misali.

Entelektüelle ve akademisyenle nereye kadar? Diye sormuş muhterem. Şimdi gelin şu yazıyı kritik cümleleri üzerinden tahlil edelim. Edelim de görelim yazarımızın ne büyük bir kafa karışıklığına düçâr olduğunu. Görelim ona buna hikmetle ayar vermeye çalışan bir “hikmet adamının” nasıl da hikmetten bî-nasip olduğunu. Görelim ve böylece hâlâ bu muhteremden nasiplenmeye çalışan gençlere sahih yolu gösterelim.

Dünyayı ve hayatı anlamak için önümüze sunulan iki figür var: Entelektüel ve akademisyen.
İki figür de, hem hakikat'ten nasipsiz, hem de 'halk'tan: O yüzden, bu iki figürün, bizi fırlattığı yer, 'izm' çukuru: Entelektüalizm ve akademizm kıskacı.”
İlk ve son soru şu: Siz nereden yazıyorsunuz ey ehl-i hikmet? Nereden, hangi perspektiften tenkit ediyorsunuz entelektüel ve akademisyeni? Entelektüel bir yerden mi, akademik bir yerden mi? Yoksa âlim ve ârif bir zât olarak mı yazıyorsunuz? Fıkıh, kelam, hadis, tasavvuf ilmi tahsil ettiniz de biz mi bilmiyoruz?
Ayrıca madem bu kadar yerden yere vuracaktınız entelektüeli ve akademisyeni, o zaman neden bu figürlere dair bir tarif yapmadınız? Kimmiş bu insanlar? Onlar kim, siz kimsiniz? Fıkıh bu muhterem için hikmet sahasına girer mi bilmiyorum (zira hikmetin ne olduğunu da yazı boyunca göremiyoruz. Okuduğum yazıların hiçbirinde de rastlamadım). Fıkıhta bir mesele ele alınmadan önce ilk yapılan şey meselenin nesnesine dair bir tarif getirmektir. Mesela, oruca dair hüküm vermeden önce oruç nedir? Tarif edilir. Peki neden bu muhterem kadim ulemamız gibi bir tarif getirmez? Yoksa onlar da mı hikmet fukarası? Tarif dediğimiz şeyin, kendisinin o her gün zikrettiği hakikatle herhangi bir rabıtası yok mudur?
Daha biz nesnesini seçememişiz yazının. Belki “ben de bir akademisyenim, ben de bir entelektüelim ve yazacağım her tenkit beni de kapsar” dese, o zaman kendi gibi bir misal üzerinden bu kastedenlere dair bir mefhumumuz olur. Hem böyle demeyip hem de kendisi, bizim gibi zavallıların hazreti dahil ettiği entelektüel ve akademisyen sınıfının dışındaymış edasıyla bu sınıfa karşı haykırınca bizde bütün sigortalar atıyor tabii. Muhtemelen hikmet noksanlığındadır ama ne yapalım atıyor işte.
İki figür de, hem hakikat'ten nasipsiz, hem de 'halk'tan: O yüzden, bu iki figürün, bizi fırlattığı yer, 'izm' çukuru: Entelektüalizm ve akademizm kıskacı.
Ya bu entelektüelin de akademisyenin de nasipsiz olduğu hakikat ne Allah aşkına? Şayet hakikatten kastı din ise, neden akademisyen bundan nasipsiz olsun? Türkiye'nin, Pakistan'ın, Suriye'nin medreselerinde tahsil görüp sonra da akademiye intisap eden bir sürü üstad tanıyorum. Şimdi onlar hakikatten nasipsiz mi oldular? Hadi diyelim onların hakikate olan vukufiyetlerinde kudûret ârız olmuyor, temelleri sağlam olduğu için. Peki entelektüel, akademisyen dediğimiz mahlukun bu muhteremlerden istifade etme imkanı yok mudur hiç? Derrida'yı okuyan birisinin, İbn Arabî üstadından istifade etmesi imkansız mıdır?
Entelektüel/izm ve akademi/zm, dünyayı, eşyayı ve insanı anlama sürecinde bir işe yarıyor elbette; ama çok sınırlı bir yere kadar.”
Neymiş o sınır? Çok merak ediyoruz. Bugünün sosyal bilimlerinin mevzuları; kolonyalizm, kapitalizm, postmodernite, ırkçılık, milliyetçilik, ulus-devlet, sekülerizm, fetişizm, popüler kültür, OHAL'lerin süreci olarak egemenlik değil mi? Ve bu mevzular, Müslümanların müşteki oldukları zulüm misalleri değiller mi? Bunları tahlil etmek başlı başına bir iş değil mi? Ve kolay mı? Bunları anlamadan bunlara dair tenkit getirmek mümkün mü? Tenkit getirmeden teklifte bulunmanın bir mânâsı var mı? Sosyal bilimlerin ve felsefenin dışında nasıl bir saha var ki bunları entelektüelin ve akademisyenin sınırlı ufkunun ötesinde hikmetle tahlil ve tenkit edebilelim? Ve bu sahada isim yapmış bir zat var mıdır? Varsa neden zikredilmez? Hikmetten bî-nasip olduğumuz için soruyoruz işte.
Ne ki, varoluş ve hareket alanlarının sınırlılığı ve sınırlayıcılığı nedeniyle, her tür entelektüel çaba, entelektüalizmle; her tür akademik çaba da akademizmle sonuçlanmaya mahkûm: Bunu göremiyoruz işte!”
Yahu nedir bu entelektüalizm ve akademiz Allah aşkına? Şayet umumun anlamayacağı ıstılahlardan bolca istifa etmek demekse, bizim kelamcılarımız, fıkıhçılarımız, mantıkçılarımız, nahivcilerimiz, usulcülerimiz, hadisçilerimiz vs. hep entelektüalist ya da akademist demektir. Molla Camiyi ya da Şerh'ul Akaidi okuyup da içinden çıkmak mümkün mü? Ve bu tür metinler ve müellifleri çok sınırlı ve sınırlayıcı değil mi? Sınırlı bir kitleye hitap ediyor değiller mi?
Bu nedenle, -ister İslâmcı olsun, ister seküler- entelektüel, modern'in dışına çıkamaz: Sadece çağının çocuğudur.”
Vallahi benim bildiğim modernin ya da başkaca bir dönemin tamamen dışına çıkabilen bir Allah var. Gerisi hep dönemlerinin failleştirme süreçlerinin izlerini taşımışlardır. Dün Yusuf Kaplan gibi muhterem göremezdik İslam dünyasında. Neden? Çünkü gazete yoktu. Köşe yazarlığı yoktu. Varsa alimler vardı. Onlar da hikmet, hakikat, medeniyet diye nida etmek yerine bunlara dair misaller verirler, derinlemesine izahlar ve tahliller yaparlardı. Şimdi biz “çağının çocuğu” olarak yazan çizen bu muhteremi çağın çocuğu olduğu için çöpe mi atalım? Kaldı ki dışa çıkmak dediğimiz şey var ya: Modernite nedir? Diye sormaya başlayıp, onu tahlil ve tenkit ettiğimizde -ki entelektüel ve akademisyenin vazifesi budur- zaten moderniteyi nesneleştirmiş, kendimizle öteki haline getirmiş ve bir ölçüde onun dışına çıkmış, ona karşı ekstatik olmuş olmuyor muyuz? Moderniteyi tenkit eden insan bile neden hep moderniteye boğulmak zorunda olsun? Hele bir de moderniteyi tenkit edip sonra da İslamî bir yerden teklif getiriyorsa? Entelektüel ya da akademisyen bunu yapacak salahiyette değil mi? Bir de bu muhteremin modernin tamamen dışına çıkıp telif ettiği bir eser, bir yazı var mıdır acep?
Entelektüel'den hem çağının çocuğu olmasını, hem de çağ aşacak bir yolculuğa çıkmasını beklemek, olmayacak duaya âmin demektir.”
Yahu ben mi yanlış biliyorum: usul-i fıkhın direği mantıktır ve mantıkta Yunan'dan ithal edilmiştir. Kelamcılarımız sadece Kur'an ve hadisleri okumakla yetinmemiş, aynı zamanda gayr-ı İslami felsefeleri de okuyup onlara cevap vermişlerdir. Fıkıçımız, felsefecimiz, kelamcımız, mutasavvıfımız döne döne Aristo okuduğunda, hatta ona muallim dediğinde çağının dışına çıkmayı başarıyor da bizler Heidegger'le beraber Gazali okuduğumuzda neden derhal çağa teslim olmuş oluyoruz?
Zira entelektüelin, uzun ve çağ aşacak yolculuklara çıkabilecek ne derin nefesi, ne derûnî bakışı, ne de selîm bir zevk idraki vardır.”
Neden? Ne alakâ? Benim entelektüeldir, akademisyendir diye bildiğim bütün üstadlar musıkîden, klasik müzikten, minyatürden, şiirden, resimden, mimariden vs. anlayan zevk-i selim sahibi insanlardır. Seküler olup Şeyh Galip'le yatıp kalkanları, gözleri büyüye büyüye şiirlerini terennüm edenleri de tanıyorum, Mahlel ve Dedeefendi üzerine nazarî tahliller yapabilecek olanları da. Bütün bir sınıf nasıl bu kadar rahat çöpe atılır? Ayıp değil mi?
Doğru: Entelektüel, soru sorar, sorgular: Ama kendi hakkında derinlikli sorular sormayı, kendini sorgulamayı unutur. Kendini unutan birinin bize bir şey hatırlatabilmesi ne mümkün!”
Palavra! “Batılı” entelektüellerden daha fazla kendi sahşi ve içtimai krizleriyle yüzleşebilen var mı Allah aşkına? “Bu modern dünya bizi değersiz, hakikatsiz bıraktı, hepimizi hedonist şerefsizler, nihilist manyaklar haline getirdi” diyen Nietzsche; “teknoloji hepimizin kıyametidir” diye nida eden Heidegger, ırkçılığın nasıl da varoluşşsal hale geldiğini, şahsiyetimiz bile belirlediğini anlatıp duran Zizek; modern cemiyetin nasıl da bir disiplin cemiyeti olarak inkişaf ettiğini, yatak odası pratiklerimize kadar her yerimize duhul ettiğini haykıran Foucault, sekülerizmin hakikat diye ortaya koyduklarının nasıl da bir mitos olduğunu tavzih eden Derrida; aydınlanmanın nasıl bir karanlık olduğunu gözler önüne seren Frankfurt Okulu; arzu nesnelerimizi cemiyetin, devletin, ideolojilerin vs. nasıl da tayin ettiğini gözümüze sokan Lacan .... ve daha niceleri, bunların derdi kendileriyle değil mi? Kendi faillikleriyle, kendi varoluşlarıyla ilgilenmiyorlar mı?
Entelektüelin yegâne sermayesi, 'ben'idir çünkü: Hırsları, ihtirasları, dolayısıyla ben'i / ego'su, entelektüeli teslim alır, yutar.”
Yazarımıza dair intiba da bu yönde. Daha önceki bir yazısında şunu yazan biri hakkında nasıl düşünmek lazım:
Fikirlerimi yazmayı sürdüreceğim. Belki daha örtük ama daha etkili bir dille... İfade gücü, kavramlaştırma yeteneği güçlü bir yazarım zira.”
Vallahi bendeniz bu kadar akademisyen/entelektüel tanıdım, ama ömrümde böyle bir ifade kuranı görmedim.
Entelektüelin sorduğu sorular, esas itibariyle, yanlıştır; o yüzden, kısa devre yapar: Aslî değil, arızî olan'la ilişkilidir çünkü.”
Yahu adam Varlık nedir? Sormuş. Daha ne sorsun? Teknolojiden, kapitalizme, fetişizmden cinselliğe, ulus-devletten medyaya kadar her meselede en temel meseleleri sormuş. Ha cevap verememiş dese, bir ölçüye kadar anlarım. İslam dışında bu illetlere reçete çekecek bir mercii yoktur dese, o da eyvallah. Ama sormamak ne demek?
Arızî olan'ı aslî katına yükseltme yanlışı ve yanılgısı, entelektüelin sürgit yanlış ve yanıltıcı sorular sormasına yol açar. Bu da, entelektüeli yorar ve duygusal yapar.”
Bu kadar mı boş bir yazı olur? Bir misal? Bir tanecik yahu? Yazarımız keşke dese ki aslî olan soru şudur, arızî olansa şu, yanlış soru şudur, doğru olansa şu. Biz de derdi ne anlayalım. Vallahi şu postmodern obskürantisler bile beni bu kadar yormuyor.
Akademisyen, durmuş-oturmuş biri gibidir. Ama sadece 'gibi'dir. Akademisyen, 'gibi'leri oynar yalnızca.”
Ne demek şimdi bu?! Oturmamış da ne yaparmış? Göbek mi atarmış? Bir de essahtan oturmuş olanlar kimler? Neredeler? Oturunca ne yaparlar?
Görünüşte, metni ve zihni, duygudan ve tarafgirlikten uzaktır: Oysa bu, gerçekte, entelektüel'in duygusundan, duygusallığından daha derin bir tuzaktır: Çünkü akademisyen'in metninde de, zihninde de yalnızca tuzu kuru, kupkuru bir 'akılcılık' hükümfermâdır.”
Hangi akıl, ve hangi akılcılık? Fıkıh metinleri akılcı bir anlayışla yazılmıyorlar mı? Yoksa hepsi kalpten, ilham ile mi yazılıyorlar? İnsan vahiyle irtibatlı tefekkür, teemmül, tezekker, tefakkuh ettiğinde bile muayyen bir akıl ile amel etmiş olmuyor mu? Ve yine bir misal bekliyoruz. Ama nafile. Bu arada muhatap kim? Müslüman entelektüelleri mi? Sekülerler mi? Yoksa hepsi mi? Hepimiz toptan kalbimizi yedik de tuzukuru bir akılcılıkla mı konuşuyoruz?
Yine, görünüşte, akademisyen'e göre, 'ak' ve 'kara' yoktur: Ama gerçekte, akademisyen, anlamadığı, aslâ anlayamayacağı, 'derûnî yapılar'ı, 'gri alanlar' olarak görür ve gösterir; böylelikle 'gri alanlar'ın hükümranlığını ilan ederek, hakikati karartır; derûnî dünyalardan gelebilecek ışığı da söndürür.”
Kemalist akademisyen için ak ve kara bellidir: Ak olan Atatürktür, kara olan gericiler, yobazlardır.
Solcu için bellidir: Ak olan direniştir, nefyetmektir, tenkit etmektir, komünizmdir, kara olan kapitalizmdir.
Müslüman için bellidir: Ak olan İslamdır, kara olan zulümdür.
Demokratlar için bellidir. Ak olan demokrasidir, özgürlüktür; kara olan totalitarizmdir.
Liberaller için bellidir. Yapısökümcüler için bellidir. Foucaltcular için bellidir. Feministler için bellidir.
Ama kafası çalışanlar gri gibi görünen alanların da farkına varırlar. Bu gri gibi görünen alanlar hakikati karartan alanlardır. Hakikat kararsın diye değil, hakikat nur saçsın diye bu alanlara işaret edilir. Bir misal vereyim: II. Abdülhamid, İslam'a bu kadar hizmet ederken ilerde ortaya çıkacak olan Kemalist ulus-devletin de önünü açacak projeler geliştirmiştir. Zamanın senkronizasyonu, Hicazdaki tren istasyonuyla İstanbul'dakinin aynı olması, telefonun ithal edilmesi, 9.000 modern okulun açılması vs. Şimdi bu merhuma baktığımızda modernist birini mi göreceğiz, yoksa ihdas ettiği her siyasayla yalnızca İslam'a fayda sağlamış, lâ-dini olan her müesseseyi, söylemi ve pratiği sonuna kadar bertaraf etmiş birini mi göreceğiz? Alın size gri alan. Abdülhamid güzellemesi yapıp alkışı almak kolay. Ona küfür etmek de. Ama yaptıklarını tek tek sonuçları ve nedenleri itibariyle değerlendirmek ve bu suretle bu griliğin örtüsünü kaldırmak. İşte bu entelektüelin işi!
Sonuçta, hâkim zihniyeti ve zihin yapılarını, durumları ve durumalışları aklamakla sonuçlanır bütün uğraşı.”
Ben artık kayboldum. Kimden bahsediyor yazarımız? Seküler entelektüeller desem? Ama hangileri? Kemalistler mi? Faşistler mi? Milliyetçiler mi? Solcular mı? Hangileri? Adorno, Levinas, Badiou gibi allâmeler mi? Türkiye'deki paçoz Kemalist zevat mı? Ben entelektüel/akademisyen deyince -itiraz edecek bile olsa- Foucault'yu, Heidegger'i, Derrida'yı, Zizek'i, Agamben'i, Spivak'ı, Butler'ı, Kristeva'yı, Badiou'yu vb. hatırlarım. Allah aşkına! Bu adamların tenkit ettiği gibi Batı dünyasındaki hakim zihniyetleri ve yapıları derinlemesine tenkit etmiş bir Müslüman var mı? Yok Müslüman entelektüellerden bahsediyorsa kimden bahsediyor yazarımız. Kemalizmi ispat edenler mi? Anti-Kemalist olanlar mı? Türkiye'dekiler mi, Çin'dekiler mi? Uruguaylılar mı?
Akademik terbiye önemlidir elbette; ama akademizm, entelektüalizm'den daha tehlikelidir.
Entelektüel'in zaafları açıktır, 'ortada'dır; akademisyen'in zaafları ise örtüktür, şifrelenmiştir.
Aklın dışında, daha derûnî düşünme melekelerini devreye girdirmeye kalkıştığınızda, 'akademizme ihanet'le suçlanmanız ve 'aforoz' edilmeniz 'doğal'dır”
Kemalist bir gerzekle karşılaşırsanız durum bu. Ama bendeniz master tezimde sekülerizmi bir bütün olarak pornografi olarak tavsif ettim. Kemalizm'e eleştirel yaklaşan seküler hocalarımın gıkı çıkmadığı gibi, tebrik de ettiler. Hem, pornografinin bütün krizlerine karşı tek ilacın İslam olduğunu anlatmıştım bu tezde. Demem o ki, ne akademi bu kadar kapalı, ne de akademide iş yapan herkes dini pamal ediyor. Kaç tane arkadaşım var seküler hocalarıyla İslami iktisat tezi yazan. Akademisyen yeter ki hıyar ve bağnaz olmasın.
Akademizmi ancak akademizmin silahıyla vurabilirsiniz: Akılcılık.”
Hoppala! Yahu deminden beri akademizme vuruyordu bu muhterem. Şimdi de akademizme ancak akademizle, akılcılıkla vurulur diyor. Peki bu zamana kadar neyle vuruyordu muhterem? Akılsızca mı?
Buysa, sizin, kendinizi kendi ellerinizle vurmanız, demektir: Zira 'akıl, düşünmeyi mümkün kılan değil, öldüren bir şeydir' (Heidegger).”
Bir dakika! Bu Heidegger nereden çıktı şimdi? Hikmet ehl-i olarak mı arz-ı endam ediyor metinde? Topraklarımızdan fışkıran hikmetin, medeniyetimizin temellük ettiği hakikatin mümessili Heidegger miydi yoksa? Madem yeri geldiğinde, o akademisyen ve entelektüel Heidegger kullanılabiliyor, ondan hakkıyla istifade edilebiliyor, o zaman akademisyenin, entelektüelin suçu ne yahu? Bir de yazının sonunda şunu yazmış muhterem:İthal figürler, ithal akıllarla, ithal zihinlerle, ithal bir dünyanın eşiğine fırlatır bizi.” Heidegger yerli malımız olduğu için Kaplan'da bir dejenerasyon olmuyor herhalde.
Entelektüel, -Kant'ın hayalinin aksine- modernliğin henüz ergenlik çağına ulaş/a/mamış çocuğuydu: Deli-kanlı çocuğu.”
Evet “ifade gücü, kavramlaştırma yeteneği güçlü bir yazarım zira” diye yazan biri için tam da söylenmesi gereken budur.
O yüzden, duygusallıkla sonuçlanan yolculuğu, entelektüeli yedi-bitirdi. Kant'ın hayalini de hayalete çevirdi.”
Allahım sana geliyorum! Demin çok akılcı diye vuruyorduk entelektüele, şimdi de çok duygusal diye. Bu ne yahu?
Tek yönü vardı entelektüelin: Önü: O yüzden, arkasına bakmadan yürüdü ve düştü entelektüel önüne, yere, sereserpe.”
Şiir gibi değil mi?..
Vallahi yoruldum. Bundan sonraki cümlelerin hepsini tek tek tahlil edecek gücüm kalmadı. Nitekim işte böyle böyle şiir gibi gidiyor yazı (“Ama biri yaralı; diğeri 'paralı': Epistemolojik körleşme, ontolojik yokoluş”) ve sonunda şöyle diyor:
Bizi bize getirecek, insanlığın düşünce birikimine ulaştıracak, hakikatin kazısını yapacak, önümüzü açacak, dün olduğu gibi, yarın da insanlık çapında ilim, fikir, hikmet ve sanat yolculukları yapacak, ilkelerini ülkü'lere dönüştürecek, ülkü'lerinin ülke'sini bulması, dünyasını kurması için nefes alıp verecek, bu dünya için de, kendi için de değil hakikatin hayat olması için hakikatten süt emen çağ aşacak ve çağ açacak öncü kuşaklara, hakikat insanlarına ihtiyacımız var.”
Kim bunlar azizim? Kim?! Entelektüel değil, akademiyen değil. Anladık (gerçi anlamadık ama hadi anlamış olalım). Fakih mi, muhaddis mi? Mutasavvıf mı? Köşe yazarı mı? Kim yahu? Akademisyenin ruhu şifreli diye yazan birinin metni bu kadar mı şifreli, bu kadar mın acaip, bu kadar mı anlaşılmaz olur?
Yoksa, işimiz var! İşimiz zordur, o kadar!”
Bizim asıl böyle yazanlarla işimiz var. Bir köşe yazısında bu kadar çelişkiye düşen, bir dediği bir dediğini tutmayan, misalsiz, temsilsiz, tarifsiz hükümlerle, “şiirsel” ve boş tasvirlerle dolu yazanlarla işimiz çok zor! O kadar!!!

Âh şarlatan âh!

"Naifliğine hayranım. Ama meseleyi açıkça tartışmaktan kaçan bir kritik bu. Bilgi ve iktidar ilişkilerini açıkça tartışmadığın gibi, yapıların meselesini de teşhis etmek yerine meseleyi yöneticilerin ahlaksızlığına indirgiyorsun. Yöneticilik zaten ahlaklı icra edilebilecek bir fonksiyon değil ki. Kurumlardan ahlak ve adalet beklemene anlam veremiyorum. Biz neyin cedelini vereceğiz, sen dersinde büyük ve küçük ötekileri va'z ederken neyin cehdini ediyorsun, kendimize gelelim derim. İlim-irfan meselelerinde kimse kimseye hayretmez. Bilgi'de kimin parasıyla okumuştun ki? Burada reklamını yaptığın kurumlar bu ilişkilerden görece beri olabilir. Ama yapısal olarak da öyleleler mi sence? Kaçak güreşmeyelim. Durduğumuz yeri bilelim, belli edelim. Yoksa beyhude bunlar. Derler ki "Süheyb AKDER'deki ders paralarını istiyor". Blogunun ilk yazısı bu ve böyle mi olmalıydı? O kadar büyük büyük laflardan sonra seviyeyi buraya düşürmemelisin.Yeni Türkiye'nin sana ihtiyacı var, dur bakalım. Haydi"

Bir şarlatan böyle yazmış yorum olarak. Diyeceksiniz ki adam şarlatan zaten. Ne diye cevap veriyorsun ki?

Cevap veriyorum, zira bu şarlatanların sayısı epey arttı. Bilhassa Müslüman gençlerin arasında. Bu yüzden bu şarlatanı, talebeler ve akademisyenler arasında her geçen gün daha da hegemonikleşen şartlatanlığın harika bir “misal”i olarak görüyor, ona vereceğim cevapla, kendisinin kastettiği sınıfa da cevap vermiş olacağımı düşünüyorum.

Şimdi cümle cümle gidelim.

1- Arkadaş bizim naifliğimize hayranmış. Peki hayran olduğu naifliğimiz neymiş bu arkadaşın? İslam adına inşa edilen müesseselerimizdeki Müslüman yöneticilerden hakkaniyetli davranmalarını beklemek! Şayet bu naiflikse, Müslüman olmak baştan sona naif olmak demektir. Ve şayet Müslüman olmak naif olmak demekse, naif olmayan hiç kimse Müslüman değildir demektir.

2- Bilgi-iktidar ilişkilerini açığa çıkarmıyormuşum. Eccük Foucault duymuş, yalan yanlış ona dair fikir sahibi olmuş bir şarlatandan ancak böyle bir cümle beklenir. Foucault'dan iki çeşit Foucault zuhur etti. Biri bilgi-iktidar Foucault'su. Bu Amerikan Foucault'sudur. Aptal bir Foucault'dur. Aptaldır zira Foucault'nun bütün eserlerindeki asıl mevzuyu ıskalar: Bilgi-iktidar-Etik. Foucault'nun en büyük meselesi Etik'tir. Bilgi-iktidar çözümlemelerinin amacı da budur. Meseleyi etiğe getirmeyen her türden tahlil, âtıl, bâtıl, ancak cirmi kadar yer yakan söylemler olmaya mahkumdur. Biz de bu yazıda bunu mevzubahis etmişiz zaten. Nitekim mevcut müesseselerdeki ethos'a baktığınız zaman, orada bilgi ile iktidarın nasıl inzimam ettiğini de görürsünüz. Kaldı ki Miller ve bir ölçüde Laclau müessese dediğimiz şeyin baştan sona bir söylem olduğunu söylerken sonuna kadar haklıdırlar. Bir müessesedeki mantığı, rasyoneliteyi, iç işleyişi tahlil ettiğinizde, doğrudan bilgi (söylem) dediğimiz alana girmiş oluyorsunuz.

Diyeceksiniz ki bu müesseselerde bir “resmî” söylem, bir de bu resmî söylemi nakzeden gayr-ı resmî bir söylem yok mu? Var ve biz de tam olarak bunu gündeme getirmişiz. Müessesenin gerçekliğiyle Gerçek'i, fantezisiyle semptomu arasındaki ilişkiyi izhar etmeye çalışmışız. Üzerinde durulması gereken asıl mesele de budur işte. Yorumcu şarlatanımız tipindeki büyük entelektüellerin her gün yana yakıla dile getirdikleri neo-liberal akılın failleri nasıl hegemonize ettiğini, Dardot ve Naval'ın tespit ettiği gibi nasıl da bir faillik, hatta dispozitif haline geldiğini göstermenin, Müslüman müessesedeki ahlaksız yöneticileri teşhir etmekten daha iyi bir yolu olabilir mi?

3- Meseleyi yöneticilerin ahlaksızlığına indirgiyormuşum. Bravo! Yapı-fail diye bir mevzu var malum. Hangisi öncedir, hangisi sonradır diye bir sürü salak tartıştı durdu. Halbuki Hegel'den beri biliyorduk ki bunlar sadece analitik ayrımlardır, ve aralarında bir öncelik sonralıktan bahsedilemez. Ama illa ki bir öncelik-sonralıktan bahsedecekseniz de, bunu -Hegel'in dediği gibi- 'Ben'den başlatmak zorundasınız. Kaldı ki 'Ben' ya da fail dediğimiz şey, müessesenin (yapının) çağrısına her zaman cevap veren bir nesne değildir. Bilakis fail tam da failleşme sürecinin, yapının, çağrının artığı, nüfuz edemediği Gerçek'idir. Fail yapının semptomudur! Bu yüzden asıl mesele müesseseye ve onun ideolojik-resmî çağrısına/söylemine öküz gibi bakmak değil, failin bu çağrıyla nasıl da aynîleşemediğini, nasıl da ahlaksızlaştığını göstermektir.

4- Yöneticilik ahlaklı icra edilebilecek bir fonksiyon değilmiş. Vay be! Herhalde şunu demek istiyor şarlatan kardeşimiz: Müessese failleri o kadar yabancılaştırır ki sonunda her biri Kafkaesk bir dünyanın garip figüranları haline gelirler. Bunu Müslüman olduğunu söyleyen biri söylüyor. O zaman ne diye uğraşıyoruz? Efendimiz aleyhissalatü vesselam yönetici değil miydi? Evini, Medine'yi, ümmeti yöneten muhteşem bir yönetici değil miydi? Madem yönetici ahlaklı olamazdı, o zaman neden ahlakın tecessümü olan bir zat-ı muhterem yöneticilik yaptı? Bir de Allah yolunda bir iş yapmak için içtima etmek gerekmiyor mu? Organize olmadan içtima etmenin bir mânâsı var mı? Hiyerarşi olmadan bir organizasyonu ideal ya da ampirik olarak göstermek mümkün mü? Ve madem illa ki organize olup yöneticiler (imamlar) tayin edeceğiz cemaatlerimize, ve madem ki bunlar hep ahlaksız olmak zorunda, o zaman nasıl Allah yolunda mücahade edeceğiz? Ayrıca bu bakış, faili nesneye indirgeyen, yapının icaplarına uygun davranmaktan başka hiçbir çaresi olmayan otomata indirgeyen bu bakış tam da faili silen ve böylece dini, siyaseti, ahlakı çöpe atan gerzek kapitalist bakışın ta kendisidir. Ve pek isyankar gençlerimiz arasında da pek yaygındır.

5- Kurumlardan ahlak ve adalet beklememe anlam veremiyormuş. Helal! Müessese dediğini kendinde bir mefhum olarak alırsan, fetişist olursun yavrucuğum. Failin ötesinde olan, onu inşa edip onu teşkil eden bütün failler değişse de değişmeyecek olan bir Ruh'tan (bir müessese ruhundan) bahsetmek fetişist olmak demektir. Bana hesapta diyor ki bu şarlatan, görünene değil, görünmeyene bak, şekle değil muhtevaya bak. Ve gör müessese dediğimiz şeyin her zaman için şeytani olmak zorunda olduğunu. Halbuki bu fetişist yanılsamanın devamıdır. -O değişmediği varsayılan- Muhteva fetişin ta kendisidir. Daha izahat vermeyeyim. Bundan sonrasını biraz okusun da öğrensinler bu şarlatanlar.

6- Dersimde büyük öteki küçük öteki diyormuşum, sonra da bunların teorik rabıtalarına ters düşecek işler yapıyormuşum. Buraya kadar anlattığım zaten büyük Öteki küçük öteki arasındaki ilişkiydi. Ters düşmek ne kelime? Tam da bunlardan hereketle yazmışım zaten.

7- İlim-irfan meselelerinde kimse kimseye hayretmezmiş. Mükemmel! Alimleri paraya boğan Osmanlı'yı ne yapacağız? Şu kadar imam-hatibi, ilahiyatı, medreseyi, Kur'an kursunu hayır sahipleri sayesinde kurmadık mı? Mesele hayır yapılmaması değil. Mesele hayırların yönetici ahlaksızlar tarafından hayırsız kullanılması.

8- “Bilgi'de kimin parasıyla okumuştun ki?” Diğer bütün burslular gibi devletin verdiği bursla okumuştum. Ayıp mı etmişim?

9- “Burada reklamını yaptığın kurumlar bu ilişkilerden görece beri olabilir.” Olabilir ne demek birader? Bir şey biliyorsan yazarsın, bilmiyorsan susarsın. Biri senin hakkında iyi çocuktur dese bir başkası şöyle mi demeli: Bu reklamını yaptığın çocuk şerefsizin teki OLABİLİR?

10- Burada reklamını yaptığın kurumlar bu ilişkilerden görece beri olabilir. Ama yapısal olarak da öyleleler mi sence? Gene yapı demiş arkadaş. Yapısınısöktüğüm.

11- “Kaçak güreşmeyelim.” Daha ne yapayım? İsim vererek ana avrat küfür mü edeyim?

12- “Durduğumuz yeri bilelim, belli edelim.” Durduğumuz yerin İslam olduğu belli değil mi?

13- “Derler ki "Süheyb AKDER'deki ders paralarını istiyor". Blogunun ilk yazısı bu ve böyle mi olmalıydı? O kadar büyük büyük laflardan sonra seviyeyi buraya düşürmemelisin”. Daha ben sana ne diyeyim? Böyle bir yazıyı bile Suheyb parası için nida ediyor diye anlıyorsan, nerenle okudun birader diye sorarlar. Bak sen bunları yazdın, ben senin gibi bir şarlatana cevap verdim. Blogun ikinci yazısı da böyle öyle oldu. İyi mi oldu şimdi?

14- “Yeni Türkiye'nin sana ihtiyacı var, dur bakalım. Haydi” İronine kurban! Paralelcisi, Müslüman alerjiği solcusu, liberalim demokratım diye ortalıkta caka satıp her tür darbeyi destekleyen yavşakları, kompleksten geberen Müslüman anarşisti, solcusuyla beraber bütün Kemalistlerin de size ihtiyacı var. Böyle devam edin aslanım. Hiçbir bok okumayın, ezberleri tekrar edin, yavşaklarla kol kola girin, önünüze gelen herkesle dalga geçin, sonra da böyle ahlaksız ve mal gibi yaşamaya devam edin.


Not: Şarlatanlara verdiğim ilk ve son cevap bu. Şimdi bu şarlatanın blogu vardır, tweeterı vardır, ne bileyim faceboku vardır, yazar, sonra da bana cevap ver diyenler olur diye diyorum. Post-modern dünya muhteşem. Sosyal medyayı hela kapısına dönüştüren bu kadar şarlatanın olduğu bir dünyada saçmalamanın da ahmaklığın da sonu yok. Ama bize bu kadar kafi. Onlara da kafi olur inşaallah.