7 Kasım 2014 Cuma

Neden Tayyipçiyim? (Ahmet Çiğdem'le münakaşa)

Neden Tayyipçiyim? (Ahmet Çiğdem'le münakaşa)

Normalde benim için Ahmet hocayla münakaşa bitmişti. Nitekim kendisiyle bu hususta mailleşmiştik. Münakaşa bitmişti derken, yazılı olarak bitmesini kastediyorum. Bazen rû be rû konuşarak on beş dakikada halledilebilecek meseleler, yazışarak bir ömür boyu nihayete eremiyor. Bazen dedim de yalan söyledim aslında; çoğu zaman, hatta neredeyse her zaman. Amma ve lakin, pek çok dostum ve talebem bu münakaşadan çok istifade ettiklerini söylediler. Devam etmemi istediler.

Diğer taraftan Ahmet hoca mail attı. Sağda solda kendi yazısını “nasıl koydu hoca kocaman” kabilinden paylaşılmasından çok rahatsız olmuş (Şayet benim yazım da bu şekilde paylaşılmışsa ben de aynı şekilde çok rahatsız olurum). Ben de son zamanda muttali oldum bu tür paylaşımlara. İlmî-felsefî münakaşaları sidik yarışı olarak telakki eden bu zevatın (solcu, Müslüman farketmez, tümünün) kendi sidiklerinde yüzmelerini temenni ediyorum.

Benim bu yazıdaki tek muradım, münakaşayı ilmî-felsefi-siyasî bir münakaşa olarak görenlere kendi meramımı anlatmak, o kadar. Tabii meseleler çok geniş, o yüzden en kestirmesinden izah etmeye çabalayacağım. Buyrun efendim:

Cevabınızı okudum; “siyaset”den “siyasal olan”dan ne anladığınız konusunda bir fikir edinemedim. Belki bu hususta kendinizi daha sarih ifade etmelisiniz. “Sol”, “sosyalizm”, “komünizm” kavramlarının arasındaki farklar ve bu farkların “siyaset” olarak hangi çatışmaları ihtiva ettiğine dair tartışmaları da, Lenin ve Troçki okuyan birisi olarak –yine- belki daha yakından takib etmeniz faydalı olabilir.”


Siyasetten ne mi anlıyorum? Tek bir cümle ile tarif etmem gerekirse:

Atla (köle) seyis (efendi) arasındaki mübayenetten sâdır olan münakaşa, müzakere, mutabakat süreçlerini ihata eden iktidar ilişkilerinin husule getirdiği techne -seyislik-, dasein'a unheimlich olarak zuhur eden dike'yi nefyetmeye nâ-mütenahi teşebbüs etmesi neticesinde inşa ettiği heim'de -polis'te, dasein'ın “da”sında- inkişaf eden ideolojik gerçeklikte dike'nin, o phusis'in dasein'a polemos minvalinde tahakkuk eden bütün patolojik cüzlerini ihtiva edecek şekilde istisna ya da semptom hükmünde -daha Aristoteles demeden evvel- mahkum edilerek oikos'a hapsedilmesi, geriye kalan alanın da sympathos'u fantazmatik senaryolarla deruhte eden mitsein'la rabıtalı egzistansiyellerin, yani irtibatın transandantal şartlarının, atı da seyisi de, ve hatta techne'yi ve dike'yi de içine alıp dışına bırakarak ve sonra tekrar içine alıp dışına bırakarak imkansız bir mutlak kimliğiyle/yasasıyla tebarüz ettiğinde, seyisin bizzat kendisine bile ekstatik hale gelmesini ve bu suretle “kendinde” attan kastre olarak failleşmesini, failleşerek ancak psikoz belası mânâsına gelen cevherini ve onunla aynileşmeyi terketmesini; yabancılaşmasını, kendisiyle polemik hale gelmesini, kendi içinde yarılmasını, kendisine tahrim edilmesini ve en nihayetinde Poe'nun mektubu gibi apaçık ortada olduğu için bir türlü bulamadığı mahrem kendiliğini das mann'ın tayin ettiği küçük öteki nesnelerine menfinin karanlığında ihtirasla yönelerek ispat etmeye çalışmasını, bu uğurda bütün bir dike'yi ve dike'nin -her günkü mukadderatının- hem külli hem de cüzi polis'i icbar ettiği teşkilatlanma şeklini nazketmeyi, bütün bir ontolojisini, içinde dikotomilerin arasındaki farkın, bırakın ilanihaye tehir edilmeyi, ontik-vasati bir telakki vasıtasıyla dahi işaret edilemediği antagonistik ve keyif dolu bir enkaza kalbedişini ahmakça göze almasının ardından mazhar olduğu “muvaffakiyet”in gözleri fal taşı gibi açtıran katastrofisini bertaraf etmeye matuf amel etmek babında teche'nin mahut tarifinde zımnen lafzileştirilen adaleti -her şeyi yerli yerinde yapmak, olması gerekenin olması, cevherine uygun muamele etmek vs- işin içine, mecburiyetle sarmaş dolaş olmuş olan hürriyet mefhumunu da dahil ederek, techne'ye (dolayısıyla ethos'a) ve dike'ye/daimon'a tam da onların belirlenimi dahilinde meydan okumaya çalışmasını, keyif'te boğulmamak için de polis'i daha aklî (enstrümantel ya da cevheri) ya da daha kalbî tesis etmeye uğraşmasını hem mümkün hem imkansız kılan bütün bir diyalektiği anlıyorum.

Siyasetle siyasî arasındaki farkı da Schmitt ve Laclau'ya yaslanarak, yasa ve istisna arasındaki fark olarak vaz ediyorum.

Genel olarak düşünme biçiminizin ve kavramsal dünyanızın “okazyona” bağlı savrulmaları ve bu savrulmaların düşünsel sonuçları konusunda da bazı belirsizliklerin hâlâ sürdüğünü söylemeliyim. “Büyük Öteki” yoktur- mesela, bu önerme bir moment, belli bir kavramsallaştırım içerisinde işlevsel olabilir ama, bu aynı şekilde, “Büyük Öteki vardır” önermesinin de işlevsel olabileceği, teorik ve politik uğraklar da mevcuttur. Takib ettiğiniz literatüre bağlı olarak, bu tamamen, simgesel, imgesel ve Gerçek’in nasıl kavramsallaştırıldığıyla ilgili pratik bir meseledir.”

Düşünme biçimimde zerre kadar savrulma olduğunu düşünmüyorum. Bilakis bu ifadenin kendisi bir savrulmadır. Daha doğrusu bir tökezlemedir: “Büyük Öteki” lafzı Lacan'a ait. Ve Lacan'da büyük Öteki'nin varolduğu hiçbir moment yoktur! Olabilir dediğiniz anda Lacan'ın dışına çıkarsınız. Ve çıktığınız anda girebileceğiniz tek yer vardır; din. Diğer taraftan simgesel, muhayyel ve Gerçek'e tam da bu lafızları kullanarak farklı bir mânâ veren kimse bilmiyorum. Ahmet hoca fakiri bu konuda aydınlatabilir. Zupancic, Zizek, Miller, Fink, Salecl vs. hiçbirinde böyle bir şeye rastlamadım. Lacan'a dair bildiğim tek revizyon keyif'le alakalı. Onu da Scott Willson “neşe” olarak lafzileştirdi. Ha bir de Zizek'in geç dönem metinlerinde “artı-keyif'te neymiş kardeşim? Keyif zaten hep bir artı-keyif olarak tahakkuk eder” minvalindeki küçük tenkitlerini sayabiliriz. Bunun dışında bu kavramları konvansiyonel kullanılışından farklı mânâlar yükleyenler kimlerdir? Hakikaten bilmiyorum.

Siyaset, pozitif bir belirlenim, vargısal bir edim, nedensel bir aktüalizasyon değildir. Bir tür iradeciliğin, istemciliğin, yahut objektivizmin sonucu da değildir. “Müsbet bir teklif” hiç değildir. Sonuç olarak, bir tür projenin, programın, iyi tasarlanmış toplumsal bir mühendisliğin konusu, nesnesi de değildir; fakat böyle anlaşılabilir ve bu minvalde siyaset de üretilebilir.”

Benim de böyle düşündüğüm ilk cümlemden belli olmuştur sanıyorum. Fakat başından beri münakaşa ettiğimiz mesele şu: Siyasi hasmını kapitalizm olarak tayin etmiş (lafzileştirmiş) olan “solcular” neden kapitalizmi nefyetmeye, nakzetmeye ve yıkmaya dair tek bir teklif getiremezler? Irkçılık, milliyetçilik, mekan, popüler kültür gibi mevzularda teklif getirebilenler, neden asıl mesele olan kapitalizme karşı, onu yıkacak tek bir teklif getiremezler? Bu mühim değil midir?

Ha şayet solcu olmak demek segregasyona, diskriminasyona vs. karşı olmak, demokrasiyi ilanihaye radikalize etmek demekse, o zaman ben solcu arkadaşlara söyleyeyim: O her gün küfrettikleri AKP cumhuriyet tarihinin en solcu partisidir (Ermeni, Alev, başörtüsü, Kürt siyasaları vs.).

Ben Mimar Sinan'da doktora yaptım. Okula girer girmez, beni “sol”cuların pankartları karşılıyor: AKP türbanını al ve üniversitemizden defol! Sırf bu söylem, ve bu söylemin okulun her tarafında utanmadan pornografikleştirilişi, tek bir akademisyenin dahi bunu meseleleştirmeyişi bile Türkiye'de (kapitalizm dışı meselelerde de) sol diye bir şeyin olmadığını gösterir.

Demin AKP'ye solcudur dedik ya: Çıldırmıştır Müslüman ırkçısı “sol”cularımız. Neden? Çünkü AKP neoliberal. Yani günümüz kapitalizmin ideolojisinin müdafii ve tatbikçisi. O zaman ben de soruyorum: AKP ne yaparsa neoliberal olmaz? Ne yaparsa kapitalizmi nakzedecek bir siyasa ihdas etmiş olur?

Heidegger -zımnen- der ki: Teknolojinin olduğu yerde insanlar teknolojiye tamamen karşı olamazlar. Teknolojisiz bir hayat tasavvur edemezler. Teknolojiye ancak teknolojinin belirlenimde muhalafet ederler. Bu da onları daha yeşil, daha ekolojik bir teknoloji istemek gibi inotantik hallere sevkeder.

Demem o ki, bugün elimizde Amish gibi yaşamayı tasavvur eden bir “sol”cu olmadığı için her biri ancak kapitalizmin belirlenimi ve ufku içinde kapitalizme karşı “çıkıyorlar” (!). İşçilerin hakları falan diyorlar. İşçi hakkı mukaddestir. Bununla istihza etmem. Ama içinde, işçilerin haklarını bihakkın aldıkları (ki Marx'a göre kapitalist ne kadar ücret verse artı değer yüzünden hiçbir zaman işçinin hakkını ödeyemez. Ama solcu arkadaşlarımız bunu göz ardı ederler, sonra işçi hakkı diye nida ederler) bir kapitalizmin artık çökmeye yüz tuttuğunu söylemek en hafif tabirle saflıktır. Bilakis işçilerin haklarını ne kadar telafi ederseniz, kapitalizmi o kadar rehabilite edersiniz. Şehirleşmeyi ne kadar çevreye uygun yaparsanız, kapitalizmi o kadar rehabilite eder, o kadar ekolojikleştirirsiniz. Teknolojiyi ne kadar ekolojik yaparsanız, kapitalizmi de o kadar ekolojikleştirmiş olursunuz. Ama bunların hiçbirinde kapitalizm yıkılmış olmaz!

Ha şayet “solcu” vatandaşın derdi buysa, yani kapitalizmin (devletin, mülkiyetin, hukukun, ailenin vs.) olmadığı bir dünya değil de, çok daha insani bir kapitalizmse, o zaman mesele başka demektir. Ama artık bunun adını koysunlar derim. Bizim derdimiz kapitalizmle değil, onun rehabilite edilmesiyledir falan desinler. AKP'yi de bunun üzerinden tenkit etsinler. Yoksa çok komik oluyorlar. Benden demesi.

Utopyalar, Comte’un Catechisme’i, Necip Fazıl’ın Başyücelik Emirleri veya Medine Vesikası sizin anlamaya yatkın olduğunuz türden, “pozitif” bir siyaset öneriyordur herhalde, fakat bunlarla, değil bir gerçekliği anlamak, apartman idare etmek bile mümkün olmayabilir—bütün “somutluklarına,” ve “pozitif imâlarına” rağmen.”

Bir daha söyleyeyim: Başından beri ütopist bir tekliften söz etmiyorum (ki medine vesikası transandantal değil, immanent bir tenkittir, dolayısıyla ütopisti değildir, belirtelim). Solcuların kapitalizmi iktisadi merkezde yıkacak müspet teklifleri nedir? Onu çok merak ediyorum.

““Müsbet teklifleri yok” dediğiniz insanların, teklifi çok ve siz bunu biliyorsunuz. Onlardan tam olarak ne istediğinizi biliyor musunuz? Peki kendiniz tam olarak ne istiyorsunuz?”

Bir daha söyleyeyim: İçinde, Kürtlerin Kürt, Müslümanların Müslüman olabildikleri bir dünyada kapitalizm de apatheidla beraber yıkılmış olur diyemeyiz! Şehirlerin daha insani olduğu bir dünyada da! Ben ne istediğimi çok iyi biliyorum. Sorun şu ki solcu vatandaş da biliyor hesapta: “Kahrolsun kapitalizm” diyor, kapitalizme uygun siyasa ihdas edenleri lanetliyor, ama gel gör ki şu kapitalizm denen boku yıkmak için ne yapmak lazım birader? dediğinde en fazla işçi hakkı falan diyor. Ne istediğini bilen solcu, isteğine nasıl ulaşacağını bilmiyor!

Tartışma konusuna dönersek, kendimi tekrar etmeme izin verirseniz eğer, “siyaset teorisinin eksikliği” için adres, sosyalizm ve komünizm değildir.”

Bunları gündeme getiren ben değildim zaten.

Kapitalizm meselesine gelince. Bu konudaki çaresizlik sadece sosyalistlerin meselesi olmasa gerektir. Bütün insanlığı ilgilendiren bir “durum”dan söz ediyoruz. Kapitalizmin daha fazla büyümesine imân eden sağ teklif, kapitalizmi daha sosyal adaletci ve eşitlikci kılmaya yönelik sol teklifle kapitalizmin nihaî gerçeklik olduğunda ortaklaşır.”

Hah! Eyvallaaaaah!... İşte ben de bunu diyorum başından beri. Ne güzel ifade etti hocam. Daha neyi konuşuyoruz peki?

Bütün kitaplı dinler, kapitalizmle bir biçimde uzlaşmıştır.”

Bu ifade çok muğlak. Şayet Weberci gibi konuşuyorsak, yani modernite öncesinde de muhtelif kapitalizmler var diyorsak başka konuşmamız lazım, yok modern, post-modern kapitalizmse mevzu başka konuşmamız lazım. İslam'ın faizi yasaklaması (ve daha pek çok hüküm), Amishler'in teknolojiyi reddetmesi, Afrika'da para nedir bilmeden pagan dinlerine uygun yaşayan insanlar vs. Sırf bunlara bakarak bile bu ifade hükümsüz olur, şayet kapitalizmden merkantilizmi anlamıyorsak.

Komünist tahayyül, burada devreye girer. Komünizm, bir siyasal ve toplumsal rejim değildir; daha eşit ve özgür bir dünyanın, adaletin, merhametin ve şefkatin olumlandığı bütün çabanın “adı”dır.”

Ütopya kurmayacağız diye söz verdik az önce. O zaman ütopist olmayan bu tahayyülün hayali ne ola ki? Bu arada tahayyül ediyor da solcu vatandaşlar, o hayallerine (kapitalist olmayan dünyaya) gidecek bir yol tasavvur edebiliyorlar mı? Söyleyeyim: Polise taş atmakla bu iş hallolmuyor. “Türban”a küfretmekle de.

Bu çaba, kapitalizme karşı direnmeye değil, ötesinde bir imkâna inanır. Siz mümin bir insansınız; müminler dünyaya zafer için gelmezler, gariplerin kitabında muzaffer olacaklarına dair bir kayıd bulunmamaktadır. Bu tarihsel aşamada belki yenilmekten başka bir seçenek yoktur. Sözde-aktivizmin en büyük silahı, “yine yenil, hep yenil, güzel yenil” ağlaklığı değil, tabiatıyla kasteddiğim.”

Demek ki solcu olmak, hiç varolmamış bir dünyanın imkanına naifçe iman etmek demekmiş. İyi, güzel de, bunu çocuklar da yapıyor zaten. Bir hastanın iyileştiğini “tahayyül” etmesi marifet midir? Marifet kendi reçetesini yazabilmesidir. Hem reçete yazamayıp (başarız teşebbüslerinin neticesinde artık yazmayı aklının ucundan dahi geçirmeyip) hem de hastalığa küfretmesi ise ... ne diyeyim bilemedim ki? Çok yaşa Bedri Baykam!

Son olarak, tamamen yazdıklarınıza bağlı olarak, uzaktan, size dair beslediğim ümidin, bir tür sağ savrulmayla hebâ olabileceği endişesiyle, size ancak “kızdığımı” söyleyebilirim. Şu son yazdığınız yazınızın sarkazmı, bir müddet önce –haklı olarak- eleştirdiğiniz Yusuf Kaplan’ın toptancılığıyla nasıl mesafelenecek?”

Benim sola dair yaptığım “toptancı” tenkidin aynısını zaten hocam yapmış: “Kapitalizmin daha fazla büyümesine imân eden sağ teklif, kapitalizmi daha sosyal adaletci ve eşitlikci kılmaya yönelik sol teklifle kapitalizmin nihaî gerçeklik olduğunda ortaklaşır.”

Asıl şimdi iki tane toptancı hüküm vereceğim:

1- Dünyada kendisini “solcu” olarak takdim eden entelektüellerin hepsi (Badiou, Zizek vs.) ırçıklık karşıtıdır. Biraz komik olacak ama söyleyeyim: Anti Kemalisttir. Biz de ise solcuyum deyip Ermeni'ye küfreden de var, solcuyum deyip Müslümanlara (başörtülülere) ayrımcılık yapan da (epey) var.

2- Türkiye'deki bütün solcular Kemalisttir. İslam'a olan nefretleriyle, cehaletleriyle ve mesafeleriyle kemalisttir. Başörtüsünün özgürlüğü söz konusu olduğunda bir tek DSİP çıkmıştı, kayıtsız-şartsız destek veren, ama orada bile bir takım Zizekçi vatandaş üçüncü yolculuk oynuyorlar, hizmet alan hizmet veren ayrımı falan yapıyorlardı. “Çok radikalim, bildiğin gibi değil vatandaş” diye piyasaya çıkan Baskın Oran'ın dahi bu ayrımı yapması işin vehametini gözler önüne serer. Türkiye'nin önde gelen üniversitelerinde bilhassa sosyal bilimlerde neredeyse tüm akademisyenler “solcu”. Var mı bu departmanlarda bir tane Müslüman (dini vecibeleri ifa eden, temsil ve tebliğ eden)? Boğaziçi'nde, ODTÜ'de, Sabancı'da, Bilgi'de, Koç'ta, Bilkent'te? Bu nasıl bir apartheid'dır Allah aşkına?!

Bunların komünist tahayyülü varmış. Hah! Bu tahayyülde Müslüman'a yer olmadığı kesin!

Hocam kusura bakmasın: bir Ahmet Çiğdem üzerinden “sol”a dair telakkim değişmez.

Öleni, yaşayanı birer birer kurşuna dizdiğiniz yazınızı, Haşmet Beyle bitirmenizi anlayışla mı karşılamalıyız?”

Haşmet abi, benim akademide tanıdığım “solcu” herkesten çok daha bilgili, çok daha zeki, çok daha adil, çok daha feraset sahibi. Buna rağmen yazılarını en sıradan vatandaş dahi anlayabiliyor. Marifet budur işte. Keşke bugün paralel namussuzların kılavuzluğunda imza falan toplayan “solcu” akademisyenlerimiz, onun tırnağı kadar olsalar.

Belki bu yönde kaygılarınız vardır, bilemem, şu zavallı sosyalistlere ve komünistlere karşı yönelttiğiniz eleştirileri, dönüp, içinde yer aldığınız “bağlama” da yöneltmek istemez misiniz? Bu, üstelik şimdi, sadece teorik bir mecburiyet değil, aynı zamanda ahlakî bir yükümlülük olarak ortada durmaktayken?”

Bağlamı söyleyeyim mi okuyucular? Bu memlekette 80 senedir iç savaş var! Ve bu savaşı bitirecek kudrette tek hükümet AKP, daha doğrusu Erdoğan. Adamın Kürtlere iade ettiği hakları saymayacağım bile: Apo'yla görüşürüm diyen o! Diyarbakır'a gidip bu cezaevleri boşalacak diyen o! PKK'nın ve HDP'nin bütün ahlaksızlıklarına (yav en son 16 yaşında çocuğu Işidçi diye işkence ederek öldürdüler, sonra sol entellerimizden tek bir kelam işitmedik!) rağmen “barış yapacağız” diyen o! İçinde 78 kuşağından en radikal “solcuların” bile bulunduğu bir akil insanlar heyeti kurdurup onlara şehir şehir bu meseleyi anlattıran o! Parti tabanının büyük çoğunluğu barışı hazmetmemiş olmasına rağmen, siyasi hayatını riske ederek, hâlâ barış diyen o! Kobani'den gelen Kürt, Ezidi vs. 200.000 milteciye kapı açıp, bütün ırkçı reflekslere göğüs geren yine o!

Neymiş efendim? AVM yapıyormuş. Mühim değil mi? Mühim. Ama memleketin 80 senedir kan döken bir meselesini halletmeye ahdetmiş, azmül cezmül kastetmiş bir adamı (PKK düşmanları açısındansa barışı tesis edebilecek karizmaya sahip tek adamı) devirmek için “solcu” gösteriler yapmak, bu adama ve partisine her gün küfredip, neoliberalizm, AVM falan diyerek solculuk oynamak var ya: en hafif tabirle ayıp!

Bakın kendimden bahsedeyim: 28 şubat'ta başörtüsü ilahiyatlarda bile yasaklandığında, aklımdan kendimi ateşe vermek geçmişti. Yani bu mesele bu kadar ciğerimi yakmıştı. Diyelim ki Erdoğan başörtüsüne, imam-hatiplere vs hiçbir şey yapmamış olsaydı da sadece Kürt meselesinde şimdiye dek attığı adımları atmış olsaydı, o zaman yine kendisini her yerde müdafaa ederdim. Müslümanlar onu devirmek isteselerdi başörtüsüne hassasiyet göstermediği için, kendileriyle sonuna kadar mücadele ederdim.

Zira bu mesele şaka değil! Bağlam bu! Kemalist devlet! Irkçı devlet! Milliyetçi devlet! Kan döken ve döktüren devlet! Adam bunu değiştiriyor (daha dün kürtçe konuştu diye minübüste dayak yiyen Kürtler vardı bu memlekette, ne çabuk unuttuk)! Değiştirebilecek de tek adam! Varsa daha iyisi, CHP'den bile olsa desteklemezsem nâmerdim!

Savaşın dışında Türkiye'de her mesele tâlidir! Barış olmadan da kimse benden, geldiği günden beri darbeyle devrilmeye çalışılan, hakkı hiçbir şekilde teslim edilmediği gibi “solcu” entellerin Müslüman ırkçısı nefretinin nesnesi olan (“solcu” karikatür dergilerinin, Türk solu dergisinin kapaklarını hatırlayın Allah aşkına. Hepsini geçtim, birinde bu adamın kızını nasıl tavsir etmişlerdi hatırlıyor musunuz? Ha onlar sol içinde istisnai ırkçı bir grup mu? Peki neden bu kapak ve benzleri hakkında solcu entelektüellerimizden STKcılarımızdan bir tane tenkit gelmedi? Tabii onlar o arada Gezi'de Tayyip ölmüş anasına sövmekle meşgüldüler) bir adamı tenkit etmemi kimse benden beklemesin.

Hele bu konularda konuşmayanlar hiç beklemesin. Yarın savaş ve darbe ortamı biter, biz de kansız bir ülkeye kavuşuruz, işte o zaman AKP'nin “neoliberal siyasalarını” konuşuruz.

İçinde, AKP'li birinin gaz çıkartmasının bile “yumurta gibi kokuyordu birader!” kabilinden şikayetlerle AKP'nin darbe nesnesi olmasının meşruiyetini gözler önüne bir sebep olarak takdim edildiği bir ülkede, evvela barışı, sonra da asıl bu “bağlamı” konuşmamızı lazım.

Ya da en azından, AKP'ye ve Erdoğan'a barış hususunda sonuna kadar destek verelim; bu desteğimizi sonuna kadar her yerde ifade edelim, ondan sonra onları diğer hususlarda tenkit edelim. Olmaz mı? Daha ahlaklı, daha adil olmaz mı?

Sadece AVM değil barış da yapan bir adama, barış hususunda destek vermek, kendisine yönelik ırkçı nefreti tenkit etmek, kendisine yönelik iç ve dış darbe teşebbüslerini alenen telin etmek, ahlaki, insani, vicdani, islami, vs. bir yükümlülük değil midir?

AVM yapan Kürt bir başbakan olsa, birileri bu adama Kürt olduğu için hakaret etse, ayrıca bu adam ülkedeki iç savaşı bitirmeye çalışıyorsa olsa, o zaman, bunların hiçbirini görmeyip “AVM”yi gören solcuyu takdir mi ederdik tenkit mi? Ve yer miydik böyle bir “solculuğu”?

Bütün “solcu” entelektüellerin barış hususunda sonuna kadar Erdoğan'a destek verdiği bir ülke olsaydık, o zaman belki biz de bu kadar “yalaka” olmak zorunda kalmazdık değil mi?

Kendimi anlatmaktan nefret ederim. Hele buna mecbur edilirsem, daha çok nefret ederim. Yine de şunu belirtmeme izin verin: kendi adıma, AKP konusunda, din vs. konusunda, içerisinde yer aldığım tek mecra olan Birikim dergisinde yılıp çizilenlerden, bu derginin majör figürlerinin epeydir sürdürdüğü ve hiç onaylamadığım çizginin karşısında farklı şeyler söylemeye çalıştım. Fakat belirteyim, bunu Birikim dergisinde yapabildim ve İletişim Yayınları tarafından yayınlanan kitabımda. Sadece Gezi Olayı konusunda yazdıklarıma bakılırsa, neyi kasteddiğim daha iyi anlaşılacaktır. O yüzden Türk solu filan gibi genellemeleri ihtiyatla yapmak, yapıldığında da ihtiyatla karşılamak gerekir. Size de bunu öneririm.”

Ne diyeyim? Allah Türkiye “sol”u içinde Ahmet Çiğdem gibi hocaların sayısını arttırsın. Amin!