7 Eylül 2014 Pazar

Mabed'i sen bekleme, ne olur..

Yusuf Kaplan fakire cevap yazmış. İçinde “siz” diye hitap ettiğim metne karşılık “sen” diye hitap ederek yazmış. Eyvallah. Ben de aynı şekilde hitap ederek yazıyorum. Şimdi cümle cümle gidelim:

Yazdığın yazı, eleştiri değil, hezeyan. Eleştirinin de bir âdâbı var. Çağın ağlarını aşarak, Ümmîleşme kaygısıyla, vahyin ışığında, iğneyle kuyu kazırcasına inşa etmeye çalıştığım, o Durduğum Sahici YER'i, ORADA/N söylediğim şeyi, bihakkın anla, ondan sonra eleştir elbette.

Yahu ben de anlamadığım için bu metni yazmışım zaten. Nerede duruyorsun Yusuf Kaplan? Alim misin, arif misin, hakim misin? Yoksa akademisyen misin, entelektüel mi? Sen kimsin, eleştirdiklerin kim?

Diyelim ki alimsin, arifsin, hakimsin (olmadığını bin defa ispat ettin, ama farz-ı muhal işte). Ya sen hiç tarihimizde bu sıfatlardan birine sahip olup da “ilim”, “hikmet”, “medeniyet” diye 10 sene boyunca nida etmekle iktifa edip, bunlara dair tek bir tarif, misal, temsil getirmeden, bunları ihata edecek şekilde tek bir eser dahi telif etmeden duran birini gördün mü hiç?

Durduğun SAHİCİ yer bu mu? 10 sene boyunca bozuk plak gibi “hikmet” demek mi?

Ya sen bilmez misin hikmet dediğimiz mefhumun delaleti bile alimlerimiz arasında epey bir tartışılmıştır? Onlarca alim, muhtelif mânâlar vermiştir hikmete:

Abdurrahman El-Hazini'ye sorsan mekanik gibi ilimlerin özel adıdır hikmet (Mizanü'l Hikme).

Kindi'ye sorsan felsefe demektir hikmet. Hakim-hükema dediği de filozoflardır Kindi'nin.

İbrahim el-Farabi'ye sorsan, sana onu seci, mesel ve nâdire olan farkı üzerinden izah eder sonra da varlıkta gizli olan gerçeğin açığa çıkarılması, lafza dökülmesidir der.

Taşköprüzade'ye sorsan, aptallıkla cerbezenin arasındaki itidal noktasıdır ve doğrudan amelle irtibatlıdır.

Kınalızade'ye sorsan, nazari kuvvetin itidalidir ve amelle değil nazariyatla irtibatlıdır: “Mevcudat-ı hariciyeyi, nefsü'l emrde ne halde ise o hal üzere bilmektir.”

Hakim et-Tırmızî'ye sorsan, kalbin ilahi sırlara vakıf olmasıdır. Bak sırf bu tarif bile hikmetin zahiri değil batınî vücutlarla irtibatlı olduğunu iddia ederek kendinden önceki tarifleri nefyeder.

Maturîdi'ye sorsan adalettir.

İbn'ül Vezir'e sorsan, Allah'ın bütün yapıp etmelerine sâik olan ve yarattıklarının tamamına veya çoğunluğuna kapalı olan râcih sebeptir.

Taberi'ye sorsan, söz ve fiilde isabettir.

Zemahşeri'ye sorsan ilim ve amel uygunluğudur. Râzi'nin kanaati de bu yöndedir.

Ahmed El-Kurtubi'ye sorsan, Kur'an'ın doğru yorumu ve uygulamasıdır.

Farabi'ye sorsan mânâları idrak etmektir.

İbn Abbas'a sorsan helali ve haramı öğrenmektir.

Hadi geçtim bunları, sırf usül alimlerine sorsan, onlar sana hikmetin iki ayrı mânâsı olduğunu söyler:

1- Zahiri vasfın illet kılınmasını gerektiren mânâ.
2- Maslahatın sağlanması, mefsedetin giderilmesi açısından teşri'e terettüp eden şeydir.

Şimdi söyle bakalım, sen hikmet dediğinde neyi kastediyorsun? Bu vakitten sonra söylesen bile işlemiş olduğun “günah”ın farkında mısın?

Akademisyen diye tezyif ettiklerinden işini hakkıyla yapanlar, işte bu mânâları tavzih ve teşrih ediyor, sonra da şayet bu ıstılahı kullanacak olurlarsa hangi mânâda yazdıklarını belirtiyorlar. Neticede senin gibi “çok katmanlı” (!) yazmış olamıyor garibanlar ama en azından bizim gibi zeka pırıltısı olmayanlar onların ne demek istediklerini anlama imkanına sahip olmuş oluyor.

Bu sırf hikmetle alakalı olan mesele. Daha hakikat dediğinde bile ne kastettiğini bilmiyoruz.

Kısaca şunu sorayım: Hakikati lafzın harice tevafuku olarak mı, yoksa haricin kaziyeye tevafuku olarak mı alıyorsun? Yoksa hakikatin hariçle tevafuk ilişkisine giremeyecek bir örtü açma sürecinin ismi olduğunu mu düşünüyorsun? Hakikatle neyi kastediyorsun?

Medeniyete gelince. Bununla ne kastettiğin yine belli değil. Haldun'un medeniyet kavramını mı, Elias'ınkini mi, Duerr'inki mi, Gökalp'inkini mi, Huntington'ınkini mi? Yoksa bunların dışında bir tarifin mi var? Varsa ne?

Metinden devam edelim:

Yazdığım metinler çoklukla rasyonalist değil, çok katmanlı metinler. Çelişki dediğin şeyler, hakîkatin türlü veçheleri. O yüzden okurken biraz dikkat ve özen ister.”

Sayende “rasyonalist” ve “çok-katmanlı” metin diye iki farklı metin türü olduğunu öğrenmiş olduk. Neymiş bunlar? Bak yine aynı şeyi yapmışsın: iki tane ıstılah icat ediyorsun, sonra da içini doldurmuyorsun. Ha bunlar kadim ıstılahlarsa, o zaman referanslarını yazsana! Ve bize bir tane misal ver rasyonalist metne dair. Bu öyle bir metin olsun ki, çok-katmanlı olmayıp dibine kadar rasyonalist (ne demekse artık) olsun.

Bir de bana dikkatli oku demişssin. Daha ne kadar dikkatli okuyayım? Cümle cümle gitmişim metninde. Ve bu kadar çelişki bulmuşum. Var mı birine bir cevabın, yok.

Ayrıca “senin o çelişki gibi gördüğün” diye yazmışsın. Bu ne yahu? Biz metinde bir sürü iç-çelişki görüyoruz, yazıyoruz, sonra da bunlar çelişki değil hakikatin türlü veçheleri diyorsun. “Postmodern dekadansın dansı” dediğin şey böyle bir şey olsa gerek.

Çelişe çelişe yazıp sonra da onlar hakikatin türlü veçheleri dediğinde tutarlı bir nihilist olmayı bile başaramıyorsun. Postmodern bir nihilist bile değilsin.

Ne ne okuduğunun farkındasın, ne de ne anladığının! Sorduğun sorularda da bir zekâ pırıltısı göremedim. Hâliyle, verdiğin cevaplarda da. Özür dilerim ama ukalalağın da cabası!

Haddini bilmeyene haddini bildirmek öksüzü doyurmak kadar sevaptır derdi rahmetli babam.

Bir iki yazımdan işine gelen cümleleri, eklektik bir ilkesizlikle cımbızlayıp saldırmak için kullanmışsın.

İşte şimdi çok ayıp ettin köşe yazarı! Ben bütün bir metni senin tek bir yazından hareketle yazdım. Ve tek bir metnini eklektik şekilde değil, cümle cümle tahlil ettim. Ama sonunu getiremedim. Zira gördüğüm çelişkiler kafayı yedirtti bana. Sadece bir yerde önceki bir yazından bir alıntı yaptım. Bu mu senin eklektik dediğin? İftira atmak bir Müslüman'a yakışıyor mu? (bu arada, bu yazıyı da senin metnini hiç cümle atlamadan tahlil ederek yazıyorum)

Meselâ: Paralel çeteden ölüm tehditleri aldığım bir sırada, 'Beni susturamazsınız. Kalemi güçlü bir yazarım. Başka şekillerde de yazarım,' mealinde o şartlarda yazmak zorunda kaldığım -o şartlara özgü-, o sevimsiz cümleyi, bağlamından kopararak, sadece saldırmak için tekrar tekrar kullanmakta bile sakınca görmemişsin! Ee, insaf artık! Çok çirkin ve edepsizce bir şey bu yaptığın!

Paralel namussuzlar beni ve kaç tane arkadaşımı Selam Örgütü'ne dahil ettiler. Ben de dahil kaçımızı ölümle tehdit ettiler. Ama hiçbirimiz bizi susturamazsınız mealinde böyle bir şey yazmadık. Sence bunda hiç sorun yok mu? Bir de senin bu narsisizmin için daha kaç tane misal getiririm de, dönüp o saçma yazılarına bakmaya gücüm de tahammülüm de yok. Ben birazdan senin şu yazdığın metinde bile nasıl enaniyet hezeyanları kustuğunu göstereceğim. Bekle.
İnsanların bulunduğu yeri kolaylıkla terkettiği şu alacakaranlıklar ortamında, 'Mabed'i terketmeyen, dört bir cephede savaşan bir insana, modern entelektüelin ve akademisyenin bize hakikate dâir esaslı bir şey söyleyemeyeceğini söylediğim için saldırman, senin nasıl bir savrulma / yersizlik sorunu yaşadığını gösterir yalnızca!

Çok beklemedin değil mi? Hemencecik geliverdi. 'Mabed'i terketmeyen, dört bir cephede savaşan bir insana”. Bu ne yahu? Şunu mu demek istiyorsun: Ben aslında bir kahramanım, kahramanca çarpışıyorum, hemi de dört bir tarafta. Nasıl benim gibi bir kahramana saldırırsın? Bir de Mabed'i beklemek ne demek? Sana mı kaldı mabed? Eskiler mabed'in tozuyum, mabed'in kelbiyim falan derlerdi tevazu icabı. Senin gibilerse, mabed'i bekleyenim diyor. Mabedi kim bekler? Söyleyeyim mi? Muhafızlar. Düşmana karşı beklerler. Mabed ne peki? İbadetin, ubudiyetin, abdın, âbidin haremi. Yani mabed demek İslam demektir. Sen İslam'ı dört bir tarafta müdafaa etmek için savaşan bir kahramansın, akademisyen ve entelektüeller mabedi terkeden hainler. Vay be! Ne dediğinin farkında mısın sen? Nasıl bir edepsizlik bu yaptığın? Hadi diyelim ki kendini böyle görüyorsun. Ya insan şunu yazmaz mı? Tek başına mı bekliyorsun? Yanında bekleyen vefat etmiş ya da yaşayan alim-arif-hakim hiçbir zat yok mu? Tek başına mı bekliyorsun? Herkes yalan oldu da bir tek sana mı kaldı mabed'i beklemek? Bunu nasıl bir enaniyettir. Al sana çok-katmanlı metin! Tek bir cümlende katman katman enaniyet var.

Gerçi metnin başında bütün rahatsızlığını ifşa etmişsin: “Çağın ağlarını aşarak, Ümmîleşme kaygısıyla, vahyin ışığında, iğneyle kuyu kazırcasına inşa etmeye çalıştığım, o Durduğum Sahici YER'i”. Allah Allah! Çağların ağını aşmışsın ha! Bravo! Nasıl bir kahramansın sen yahu! İğneyle kuyu kazarcasına da sahici bir yer inşa etmişsin. Helal! Yav ben mi yanlış biliyorum: kadim ulemamız bir yerde durur, bu yerden hareketle hüküm verirler, kendi durduğu yerde durmayanları tenkit ederler, sonra da doğrusunu Allah bilir derlerdi? Hiçbir alimimizin ağzından böyle bir cümle duyabilir misin? Sahici yerde duruyorum, hemi de iğneyle kuyu kazarak. Bu arada çağların da ağlarını da aşıyorum.

Bir de mabed'i köşende mi bekledin? Bekledin de bir eser telif ettin mi, dört bir taraftan (sosyoloji, psikanaliz, felsefe, ilahiyat) mabed'i müdafaa eden? Varsa söyle, hemen okuyalım.

Unutma! İnsanın durduğu yer, gördüğü şeyi belirler: Nerede durması gerektiğini bilemeyenler, ne/re/ye, ne'yle, nasıl yürümesi gerektiğini de bilemezler.

Tamam!

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder