Yusuf
Kaplan fakire cevap yazmış. İçinde “siz” diye hitap ettiğim
metne karşılık “sen” diye hitap ederek yazmış. Eyvallah. Ben
de aynı şekilde hitap ederek yazıyorum. Şimdi cümle cümle
gidelim:
Yazdığın
yazı, eleştiri değil, hezeyan. Eleştirinin de bir âdâbı var.
Çağın ağlarını aşarak, Ümmîleşme kaygısıyla, vahyin
ışığında, iğneyle kuyu kazırcasına inşa etmeye çalıştığım,
o Durduğum Sahici YER'i, ORADA/N söylediğim şeyi, bihakkın anla,
ondan sonra eleştir elbette.
Yahu
ben de anlamadığım için bu metni yazmışım zaten. Nerede
duruyorsun Yusuf Kaplan? Alim misin, arif misin, hakim misin? Yoksa
akademisyen misin, entelektüel mi? Sen kimsin, eleştirdiklerin kim?
Diyelim
ki alimsin, arifsin, hakimsin (olmadığını bin defa ispat ettin,
ama farz-ı muhal işte). Ya sen hiç tarihimizde bu sıfatlardan
birine sahip olup da “ilim”, “hikmet”, “medeniyet” diye
10 sene boyunca nida etmekle iktifa edip, bunlara dair tek bir tarif,
misal, temsil getirmeden, bunları ihata edecek şekilde tek bir eser
dahi telif etmeden duran birini gördün mü hiç?
Durduğun
SAHİCİ yer bu mu? 10 sene boyunca bozuk plak gibi “hikmet”
demek mi?
Ya
sen bilmez misin hikmet dediğimiz mefhumun delaleti bile alimlerimiz
arasında epey bir tartışılmıştır? Onlarca alim, muhtelif
mânâlar vermiştir hikmete:
Abdurrahman
El-Hazini'ye sorsan mekanik gibi ilimlerin özel adıdır hikmet
(Mizanü'l Hikme).
Kindi'ye
sorsan felsefe demektir hikmet. Hakim-hükema dediği de
filozoflardır Kindi'nin.
İbrahim
el-Farabi'ye sorsan, sana onu seci, mesel ve nâdire olan farkı
üzerinden izah eder sonra da varlıkta gizli olan gerçeğin açığa
çıkarılması, lafza dökülmesidir der.
Taşköprüzade'ye
sorsan, aptallıkla cerbezenin arasındaki itidal noktasıdır ve
doğrudan amelle irtibatlıdır.
Kınalızade'ye
sorsan, nazari kuvvetin itidalidir ve amelle değil nazariyatla
irtibatlıdır: “Mevcudat-ı hariciyeyi, nefsü'l emrde ne halde
ise o hal üzere bilmektir.”
Hakim
et-Tırmızî'ye sorsan, kalbin ilahi sırlara vakıf olmasıdır.
Bak sırf bu tarif bile hikmetin zahiri değil batınî vücutlarla
irtibatlı olduğunu iddia ederek kendinden önceki tarifleri
nefyeder.
Maturîdi'ye
sorsan adalettir.
İbn'ül
Vezir'e sorsan, Allah'ın bütün yapıp etmelerine sâik olan ve
yarattıklarının tamamına veya çoğunluğuna kapalı olan râcih
sebeptir.
Taberi'ye
sorsan, söz ve fiilde isabettir.
Zemahşeri'ye
sorsan ilim ve amel uygunluğudur. Râzi'nin kanaati de bu yöndedir.
Ahmed
El-Kurtubi'ye sorsan, Kur'an'ın doğru yorumu ve uygulamasıdır.
Farabi'ye
sorsan mânâları idrak etmektir.
İbn
Abbas'a sorsan helali ve haramı öğrenmektir.
Hadi
geçtim bunları, sırf usül alimlerine sorsan, onlar sana hikmetin
iki ayrı mânâsı olduğunu söyler:
1-
Zahiri vasfın illet kılınmasını gerektiren mânâ.
2-
Maslahatın sağlanması, mefsedetin giderilmesi açısından teşri'e
terettüp eden şeydir.
Şimdi
söyle bakalım, sen hikmet dediğinde neyi kastediyorsun? Bu
vakitten sonra söylesen bile işlemiş olduğun “günah”ın
farkında mısın?
Akademisyen
diye tezyif ettiklerinden işini hakkıyla yapanlar, işte bu
mânâları tavzih ve teşrih ediyor, sonra da şayet bu ıstılahı
kullanacak olurlarsa hangi mânâda yazdıklarını belirtiyorlar.
Neticede senin gibi “çok katmanlı” (!) yazmış olamıyor
garibanlar ama en azından bizim gibi zeka pırıltısı olmayanlar
onların ne demek istediklerini anlama imkanına sahip olmuş oluyor.
Bu
sırf hikmetle alakalı olan mesele. Daha hakikat dediğinde bile ne
kastettiğini bilmiyoruz.
Kısaca
şunu sorayım: Hakikati lafzın harice tevafuku olarak mı, yoksa
haricin kaziyeye tevafuku olarak mı alıyorsun? Yoksa hakikatin
hariçle tevafuk ilişkisine giremeyecek bir örtü açma sürecinin
ismi olduğunu mu düşünüyorsun? Hakikatle neyi kastediyorsun?
Medeniyete
gelince. Bununla ne kastettiğin yine belli değil. Haldun'un
medeniyet kavramını mı, Elias'ınkini mi, Duerr'inki mi,
Gökalp'inkini mi, Huntington'ınkini mi? Yoksa bunların dışında
bir tarifin mi var? Varsa ne?
Metinden
devam edelim:
“Yazdığım
metinler çoklukla rasyonalist değil, çok katmanlı metinler.
Çelişki dediğin şeyler, hakîkatin türlü veçheleri. O yüzden
okurken biraz dikkat ve özen ister.”
Sayende
“rasyonalist” ve “çok-katmanlı” metin diye iki farklı
metin türü olduğunu öğrenmiş olduk. Neymiş bunlar? Bak yine
aynı şeyi yapmışsın: iki tane ıstılah icat ediyorsun, sonra da
içini doldurmuyorsun. Ha bunlar kadim ıstılahlarsa, o zaman
referanslarını yazsana! Ve bize bir tane misal ver rasyonalist
metne dair. Bu öyle bir metin olsun ki, çok-katmanlı olmayıp
dibine kadar rasyonalist (ne demekse artık) olsun.
Bir
de bana dikkatli oku demişssin. Daha ne kadar dikkatli okuyayım?
Cümle cümle gitmişim metninde. Ve bu kadar çelişki bulmuşum.
Var mı birine bir cevabın, yok.
Ayrıca
“senin o çelişki gibi gördüğün” diye yazmışsın. Bu ne
yahu? Biz metinde bir sürü iç-çelişki görüyoruz, yazıyoruz,
sonra da bunlar çelişki değil hakikatin türlü veçheleri
diyorsun. “Postmodern dekadansın dansı” dediğin şey böyle
bir şey olsa gerek.
Çelişe
çelişe yazıp sonra da onlar hakikatin türlü veçheleri dediğinde
tutarlı bir nihilist olmayı bile başaramıyorsun. Postmodern bir
nihilist bile değilsin.
Ne
ne okuduğunun farkındasın, ne de ne anladığının! Sorduğun
sorularda da bir zekâ pırıltısı göremedim. Hâliyle, verdiğin
cevaplarda da. Özür dilerim ama ukalalağın da cabası!
Haddini
bilmeyene haddini bildirmek öksüzü doyurmak kadar sevaptır derdi
rahmetli babam.
Bir
iki yazımdan işine gelen cümleleri, eklektik bir ilkesizlikle
cımbızlayıp saldırmak için kullanmışsın.
İşte
şimdi çok ayıp ettin köşe yazarı! Ben bütün bir metni senin
tek bir yazından hareketle yazdım. Ve tek bir metnini eklektik
şekilde değil, cümle cümle tahlil ettim. Ama sonunu getiremedim.
Zira gördüğüm çelişkiler kafayı yedirtti bana. Sadece bir
yerde önceki bir yazından bir alıntı yaptım. Bu mu senin
eklektik dediğin? İftira atmak bir Müslüman'a yakışıyor mu?
(bu arada, bu yazıyı da senin metnini hiç cümle atlamadan tahlil
ederek yazıyorum)
Meselâ:
Paralel çeteden ölüm tehditleri aldığım bir sırada, 'Beni
susturamazsınız. Kalemi güçlü bir yazarım. Başka şekillerde
de yazarım,' mealinde o şartlarda yazmak zorunda kaldığım -o
şartlara özgü-, o sevimsiz cümleyi, bağlamından kopararak,
sadece saldırmak için tekrar tekrar kullanmakta bile sakınca
görmemişsin! Ee, insaf artık! Çok çirkin ve edepsizce bir şey
bu yaptığın!
Paralel
namussuzlar beni ve kaç tane arkadaşımı Selam Örgütü'ne dahil
ettiler. Ben de dahil kaçımızı ölümle tehdit ettiler. Ama
hiçbirimiz bizi susturamazsınız mealinde böyle bir şey yazmadık.
Sence bunda hiç sorun yok mu? Bir de senin bu narsisizmin için daha
kaç tane misal getiririm de, dönüp o saçma yazılarına bakmaya
gücüm de tahammülüm de yok. Ben birazdan senin şu yazdığın
metinde bile nasıl enaniyet hezeyanları kustuğunu göstereceğim.
Bekle.
İnsanların
bulunduğu yeri kolaylıkla terkettiği şu alacakaranlıklar
ortamında, 'Mabed'i terketmeyen, dört bir cephede savaşan bir
insana, modern entelektüelin ve akademisyenin bize hakikate dâir
esaslı bir şey söyleyemeyeceğini söylediğim için saldırman,
senin nasıl bir savrulma / yersizlik sorunu yaşadığını gösterir
yalnızca!
Çok
beklemedin değil mi? Hemencecik geliverdi. 'Mabed'i terketmeyen,
dört bir cephede savaşan bir insana”. Bu ne yahu? Şunu mu
demek istiyorsun: Ben aslında bir kahramanım, kahramanca
çarpışıyorum, hemi de dört bir tarafta. Nasıl benim gibi bir
kahramana saldırırsın? Bir de Mabed'i beklemek ne demek? Sana mı
kaldı mabed? Eskiler mabed'in tozuyum, mabed'in kelbiyim falan
derlerdi tevazu icabı. Senin gibilerse, mabed'i bekleyenim diyor.
Mabedi kim bekler? Söyleyeyim mi? Muhafızlar. Düşmana karşı
beklerler. Mabed ne peki? İbadetin, ubudiyetin, abdın, âbidin
haremi. Yani mabed demek İslam demektir. Sen İslam'ı dört bir
tarafta müdafaa etmek için savaşan bir kahramansın, akademisyen
ve entelektüeller mabedi terkeden hainler. Vay be! Ne dediğinin
farkında mısın sen? Nasıl bir edepsizlik bu yaptığın? Hadi
diyelim ki kendini böyle görüyorsun. Ya insan şunu yazmaz mı?
Tek başına mı bekliyorsun? Yanında bekleyen vefat etmiş ya da
yaşayan alim-arif-hakim hiçbir zat yok mu? Tek başına mı
bekliyorsun? Herkes yalan oldu da bir tek sana mı kaldı mabed'i
beklemek? Bunu nasıl bir enaniyettir. Al sana çok-katmanlı metin!
Tek bir cümlende katman katman enaniyet var.
Gerçi
metnin başında bütün rahatsızlığını ifşa etmişsin: “Çağın
ağlarını aşarak, Ümmîleşme kaygısıyla, vahyin ışığında,
iğneyle kuyu kazırcasına inşa etmeye çalıştığım, o Durduğum
Sahici YER'i”. Allah Allah! Çağların ağını aşmışsın
ha! Bravo! Nasıl bir kahramansın sen yahu! İğneyle kuyu
kazarcasına da sahici bir yer inşa etmişsin. Helal! Yav ben mi
yanlış biliyorum: kadim ulemamız bir yerde durur, bu yerden
hareketle hüküm verirler, kendi durduğu yerde durmayanları tenkit
ederler, sonra da doğrusunu Allah bilir derlerdi? Hiçbir alimimizin
ağzından böyle bir cümle duyabilir misin? Sahici yerde duruyorum,
hemi de iğneyle kuyu kazarak. Bu arada çağların da ağlarını da
aşıyorum.
Bir
de mabed'i köşende mi bekledin? Bekledin de bir eser telif ettin
mi, dört bir taraftan (sosyoloji, psikanaliz, felsefe, ilahiyat)
mabed'i müdafaa eden? Varsa söyle, hemen okuyalım.
Unutma!
İnsanın durduğu yer, gördüğü şeyi belirler: Nerede durması
gerektiğini bilemeyenler, ne/re/ye, ne'yle, nasıl yürümesi
gerektiğini de bilemezler.
Tamam!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder