Kaç
zamandır dişimi sıkıyorum cevap vermeyeyim diye. Ama artık hem
biraz perdeleri yırtmamdan hem de bardağın taşmış olmasına
dayanamıyor olmamdan Yusuf Kaplan hakkında yazmaya karar verdim.
Yıllardır
bütün yazıları hikmet, hakikat, medeniyet diye inleyip duruyor. O
kadar inliyor ki, hayatlarının merkezine hikmeti koymuş olan
okuyucuları bile inletmeyi başarıyor.
Önceleri,
kendisini okumayı bırakmıştım. Sonra tekrar okumaya başladım.
Neden mi? Merakımdan: Daha kendini ne kadar tekrar edecek, nereye
kadar böyle boş boş “hikmet” diyecek de, bu, entelektüellerin
de akademisyenlerin de bilmediği, ama kendisinin anadan doğma vâkıf
olduğu meçhüle dair tek bir misal vermeden, tek bir temsil getirmeden, tek bir izahat yapmadan güzellemeler yapmaya devam
edecek diye çok merak ettim.
Şu
son yazısına kadar da gördüm ki, biz bu muhteremi bırakırsak
değil 5-10 yıl, Allah ömür versin daha bir 50 yıl hikmet,
hakikat, medeniyet -ha bir de pergel – demeye devam eder; sadra
şifa tek kelam etmeden, boş aforizmalarıyla göz boyayıp, saçma
sapan gaza getirip sonra da “hikmet insanıyım”, “fikir
adamıyım” diye ortalıkta gezmeye devam eder.
Allah
var: 8-10 sene öncesinde böyle yazmıyordu Kaplan. Diğer köşe
yazarlarına nispetle, güncele dair çok daha sofistike yazıyordu.
Birkaç sene böyle gitti, sonra bitti. Bitiş o bitiş.
Şimdi
neye çatacağını, ne söyleyeceğini şaşırmış vaziyette. Son
yazısı bunun mükemmel bir misali.
Entelektüelle
ve akademisyenle nereye kadar? Diye sormuş muhterem. Şimdi gelin şu
yazıyı kritik cümleleri üzerinden tahlil edelim. Edelim de
görelim yazarımızın ne büyük bir kafa karışıklığına düçâr
olduğunu. Görelim ona buna hikmetle ayar vermeye çalışan bir
“hikmet adamının” nasıl da hikmetten bî-nasip olduğunu.
Görelim ve böylece hâlâ bu muhteremden nasiplenmeye çalışan
gençlere sahih yolu gösterelim.
“Dünyayı
ve hayatı anlamak için önümüze sunulan iki figür var:
Entelektüel ve akademisyen.
İki
figür de, hem hakikat'ten nasipsiz, hem de 'halk'tan: O yüzden, bu
iki figürün, bizi fırlattığı yer, 'izm' çukuru: Entelektüalizm
ve akademizm kıskacı.”
İlk
ve son soru şu: Siz nereden yazıyorsunuz ey ehl-i hikmet? Nereden,
hangi perspektiften tenkit ediyorsunuz entelektüel ve akademisyeni?
Entelektüel bir yerden mi, akademik bir yerden mi? Yoksa âlim ve
ârif bir zât olarak mı yazıyorsunuz? Fıkıh, kelam, hadis,
tasavvuf ilmi tahsil ettiniz de biz mi bilmiyoruz?
Ayrıca
madem bu kadar yerden yere vuracaktınız entelektüeli ve
akademisyeni, o zaman neden bu figürlere dair bir tarif yapmadınız?
Kimmiş bu insanlar? Onlar kim, siz kimsiniz? Fıkıh bu muhterem
için hikmet sahasına girer mi bilmiyorum (zira hikmetin ne olduğunu
da yazı boyunca göremiyoruz. Okuduğum yazıların hiçbirinde de
rastlamadım). Fıkıhta bir mesele ele alınmadan önce ilk yapılan
şey meselenin nesnesine dair bir tarif getirmektir. Mesela, oruca
dair hüküm vermeden önce oruç nedir? Tarif edilir. Peki neden bu
muhterem kadim ulemamız gibi bir tarif getirmez? Yoksa onlar da mı
hikmet fukarası? Tarif dediğimiz şeyin, kendisinin o her gün
zikrettiği hakikatle herhangi bir rabıtası yok mudur?
Daha
biz nesnesini seçememişiz yazının. Belki “ben de bir
akademisyenim, ben de bir entelektüelim ve yazacağım her tenkit
beni de kapsar” dese, o zaman kendi gibi bir misal üzerinden bu
kastedenlere dair bir mefhumumuz olur. Hem böyle demeyip hem de
kendisi, bizim gibi zavallıların hazreti dahil ettiği entelektüel
ve akademisyen sınıfının dışındaymış edasıyla bu sınıfa
karşı haykırınca bizde bütün sigortalar atıyor tabii.
Muhtemelen hikmet noksanlığındadır ama ne yapalım atıyor işte.
“İki
figür de, hem hakikat'ten nasipsiz, hem de 'halk'tan: O yüzden, bu
iki figürün, bizi fırlattığı yer, 'izm' çukuru: Entelektüalizm
ve akademizm kıskacı.”
Ya
bu entelektüelin de akademisyenin de nasipsiz olduğu hakikat ne
Allah aşkına? Şayet hakikatten kastı din ise, neden akademisyen
bundan nasipsiz olsun? Türkiye'nin, Pakistan'ın, Suriye'nin
medreselerinde tahsil görüp sonra da akademiye intisap eden bir
sürü üstad tanıyorum. Şimdi onlar hakikatten nasipsiz mi
oldular? Hadi diyelim onların hakikate olan vukufiyetlerinde kudûret
ârız olmuyor, temelleri sağlam olduğu için. Peki entelektüel,
akademisyen dediğimiz mahlukun bu muhteremlerden istifade etme
imkanı yok mudur hiç? Derrida'yı okuyan birisinin, İbn Arabî
üstadından istifade etmesi imkansız mıdır?
“Entelektüel/izm
ve akademi/zm, dünyayı, eşyayı ve insanı anlama sürecinde bir
işe yarıyor elbette; ama çok sınırlı bir yere kadar.”
Neymiş
o sınır? Çok merak ediyoruz. Bugünün sosyal bilimlerinin
mevzuları; kolonyalizm, kapitalizm, postmodernite, ırkçılık,
milliyetçilik, ulus-devlet, sekülerizm, fetişizm, popüler kültür,
OHAL'lerin süreci olarak egemenlik değil mi? Ve bu mevzular,
Müslümanların müşteki oldukları zulüm misalleri değiller mi?
Bunları tahlil etmek başlı başına bir iş değil mi? Ve kolay
mı? Bunları anlamadan bunlara dair tenkit getirmek mümkün mü?
Tenkit getirmeden teklifte bulunmanın bir mânâsı var mı? Sosyal
bilimlerin ve felsefenin dışında nasıl bir saha var ki bunları
entelektüelin ve akademisyenin sınırlı ufkunun ötesinde hikmetle
tahlil ve tenkit edebilelim? Ve bu sahada isim yapmış bir zat var
mıdır? Varsa neden zikredilmez? Hikmetten bî-nasip olduğumuz için
soruyoruz işte.
“Ne
ki, varoluş ve hareket alanlarının sınırlılığı ve
sınırlayıcılığı nedeniyle, her tür entelektüel çaba,
entelektüalizmle; her tür akademik çaba da akademizmle
sonuçlanmaya mahkûm: Bunu göremiyoruz işte!”
Yahu
nedir bu entelektüalizm ve akademiz Allah aşkına? Şayet umumun
anlamayacağı ıstılahlardan bolca istifa etmek demekse, bizim
kelamcılarımız, fıkıhçılarımız, mantıkçılarımız,
nahivcilerimiz, usulcülerimiz, hadisçilerimiz vs. hep
entelektüalist ya da akademist demektir. Molla Camiyi ya da Şerh'ul
Akaidi okuyup da içinden çıkmak mümkün mü? Ve bu tür metinler
ve müellifleri çok sınırlı ve sınırlayıcı değil mi? Sınırlı
bir kitleye hitap ediyor değiller mi?
“Bu
nedenle, -ister İslâmcı olsun, ister seküler- entelektüel,
modern'in dışına çıkamaz: Sadece çağının çocuğudur.”
Vallahi
benim bildiğim modernin ya da başkaca bir dönemin tamamen dışına
çıkabilen bir Allah var. Gerisi hep dönemlerinin failleştirme
süreçlerinin izlerini taşımışlardır. Dün Yusuf Kaplan gibi
muhterem göremezdik İslam dünyasında. Neden? Çünkü gazete
yoktu. Köşe yazarlığı yoktu. Varsa alimler vardı. Onlar da
hikmet, hakikat, medeniyet diye nida etmek yerine bunlara dair
misaller verirler, derinlemesine izahlar ve tahliller yaparlardı.
Şimdi biz “çağının çocuğu” olarak yazan çizen bu
muhteremi çağın çocuğu olduğu için çöpe mi atalım? Kaldı
ki dışa çıkmak dediğimiz şey var ya: Modernite
nedir? Diye sormaya başlayıp, onu tahlil ve tenkit ettiğimizde -ki
entelektüel ve akademisyenin vazifesi budur- zaten moderniteyi
nesneleştirmiş, kendimizle öteki haline getirmiş ve bir ölçüde
onun dışına çıkmış, ona karşı ekstatik olmuş olmuyor muyuz?
Moderniteyi tenkit eden insan bile neden hep moderniteye boğulmak
zorunda olsun? Hele bir de moderniteyi tenkit edip sonra da İslamî
bir yerden teklif getiriyorsa? Entelektüel ya da akademisyen bunu
yapacak salahiyette değil mi? Bir de bu muhteremin modernin tamamen
dışına çıkıp telif ettiği bir eser, bir yazı var mıdır
acep?
“Entelektüel'den
hem çağının çocuğu olmasını, hem de çağ aşacak bir
yolculuğa çıkmasını beklemek, olmayacak duaya âmin demektir.”
Yahu
ben mi yanlış biliyorum: usul-i fıkhın direği mantıktır ve
mantıkta Yunan'dan ithal edilmiştir. Kelamcılarımız sadece
Kur'an ve hadisleri okumakla yetinmemiş, aynı zamanda gayr-ı
İslami felsefeleri de okuyup onlara cevap vermişlerdir. Fıkıçımız,
felsefecimiz, kelamcımız, mutasavvıfımız döne döne Aristo
okuduğunda, hatta ona muallim dediğinde çağının dışına
çıkmayı başarıyor da bizler Heidegger'le beraber Gazali
okuduğumuzda neden derhal çağa teslim olmuş oluyoruz?
“Zira
entelektüelin, uzun ve çağ aşacak yolculuklara çıkabilecek ne
derin nefesi, ne derûnî bakışı, ne de selîm bir zevk idraki
vardır.”
Neden?
Ne alakâ? Benim entelektüeldir, akademisyendir diye bildiğim bütün
üstadlar musıkîden, klasik müzikten, minyatürden, şiirden,
resimden, mimariden vs. anlayan zevk-i selim sahibi insanlardır.
Seküler olup Şeyh Galip'le yatıp kalkanları, gözleri büyüye
büyüye şiirlerini terennüm edenleri de tanıyorum, Mahlel ve
Dedeefendi üzerine nazarî tahliller yapabilecek olanları da. Bütün
bir sınıf nasıl bu kadar rahat çöpe atılır? Ayıp değil mi?
“Doğru:
Entelektüel, soru sorar, sorgular: Ama kendi hakkında derinlikli
sorular sormayı, kendini sorgulamayı unutur. Kendini unutan birinin
bize bir şey hatırlatabilmesi ne mümkün!”
Palavra!
“Batılı” entelektüellerden daha fazla kendi sahşi ve içtimai
krizleriyle yüzleşebilen var mı Allah aşkına? “Bu modern dünya
bizi değersiz, hakikatsiz bıraktı, hepimizi hedonist şerefsizler,
nihilist manyaklar haline getirdi” diyen Nietzsche; “teknoloji
hepimizin kıyametidir” diye nida eden Heidegger, ırkçılığın
nasıl da varoluşşsal hale geldiğini, şahsiyetimiz bile
belirlediğini anlatıp duran Zizek; modern cemiyetin nasıl da bir
disiplin cemiyeti olarak inkişaf ettiğini, yatak odası
pratiklerimize kadar her yerimize duhul ettiğini haykıran Foucault,
sekülerizmin hakikat diye ortaya koyduklarının nasıl da bir mitos
olduğunu tavzih eden Derrida; aydınlanmanın nasıl bir karanlık
olduğunu gözler önüne seren Frankfurt Okulu; arzu nesnelerimizi
cemiyetin, devletin, ideolojilerin vs. nasıl da tayin ettiğini
gözümüze sokan Lacan .... ve daha niceleri, bunların derdi
kendileriyle değil mi? Kendi faillikleriyle, kendi varoluşlarıyla
ilgilenmiyorlar mı?
“Entelektüelin
yegâne sermayesi, 'ben'idir çünkü: Hırsları, ihtirasları,
dolayısıyla ben'i / ego'su, entelektüeli teslim alır, yutar.”
Yazarımıza
dair intiba da bu yönde. Daha önceki bir yazısında şunu yazan
biri hakkında nasıl düşünmek lazım:
“Fikirlerimi
yazmayı sürdüreceğim. Belki daha örtük ama daha etkili bir
dille... İfade gücü, kavramlaştırma yeteneği güçlü bir
yazarım zira.”
Vallahi
bendeniz bu kadar akademisyen/entelektüel tanıdım, ama ömrümde
böyle bir ifade kuranı görmedim.
“Entelektüelin
sorduğu sorular, esas itibariyle, yanlıştır; o yüzden, kısa
devre yapar: Aslî değil, arızî olan'la ilişkilidir çünkü.”
Yahu
adam Varlık nedir? Sormuş. Daha ne sorsun? Teknolojiden,
kapitalizme, fetişizmden cinselliğe, ulus-devletten medyaya kadar
her meselede en temel meseleleri sormuş. Ha cevap verememiş dese,
bir ölçüye kadar anlarım. İslam dışında bu illetlere reçete
çekecek bir mercii yoktur dese, o da eyvallah. Ama sormamak ne
demek?
“Arızî
olan'ı aslî katına yükseltme yanlışı ve yanılgısı,
entelektüelin sürgit yanlış ve yanıltıcı sorular sormasına
yol açar. Bu da, entelektüeli yorar ve duygusal yapar.”
Bu
kadar mı boş bir yazı olur? Bir misal? Bir tanecik yahu? Yazarımız
keşke dese ki aslî olan soru şudur, arızî olansa şu, yanlış
soru şudur, doğru olansa şu. Biz de derdi ne anlayalım. Vallahi
şu postmodern obskürantisler bile beni bu kadar yormuyor.
“Akademisyen,
durmuş-oturmuş biri gibidir. Ama sadece 'gibi'dir. Akademisyen,
'gibi'leri oynar yalnızca.”
Ne
demek şimdi bu?! Oturmamış da ne yaparmış? Göbek mi atarmış?
Bir de essahtan oturmuş olanlar kimler? Neredeler? Oturunca ne
yaparlar?
“Görünüşte,
metni ve zihni, duygudan ve tarafgirlikten uzaktır: Oysa bu,
gerçekte, entelektüel'in duygusundan, duygusallığından daha
derin bir tuzaktır: Çünkü akademisyen'in metninde de, zihninde de
yalnızca tuzu kuru, kupkuru bir 'akılcılık' hükümfermâdır.”
Hangi
akıl, ve hangi akılcılık? Fıkıh metinleri akılcı bir
anlayışla yazılmıyorlar mı? Yoksa hepsi kalpten, ilham ile mi
yazılıyorlar? İnsan vahiyle irtibatlı tefekkür, teemmül,
tezekker, tefakkuh ettiğinde bile muayyen bir akıl ile amel etmiş
olmuyor mu? Ve yine bir misal bekliyoruz. Ama nafile. Bu arada
muhatap kim? Müslüman entelektüelleri mi? Sekülerler mi? Yoksa
hepsi mi? Hepimiz toptan kalbimizi yedik de tuzukuru bir akılcılıkla
mı konuşuyoruz?
“Yine,
görünüşte, akademisyen'e göre, 'ak' ve 'kara' yoktur: Ama
gerçekte, akademisyen, anlamadığı, aslâ anlayamayacağı,
'derûnî yapılar'ı, 'gri alanlar' olarak görür ve gösterir;
böylelikle 'gri alanlar'ın hükümranlığını ilan ederek,
hakikati karartır; derûnî dünyalardan gelebilecek ışığı da
söndürür.”
Kemalist
akademisyen için ak ve kara bellidir: Ak olan Atatürktür, kara
olan gericiler, yobazlardır.
Solcu
için bellidir: Ak olan direniştir, nefyetmektir, tenkit etmektir,
komünizmdir, kara olan kapitalizmdir.
Müslüman
için bellidir: Ak olan İslamdır, kara olan zulümdür.
Demokratlar
için bellidir. Ak olan demokrasidir, özgürlüktür; kara olan
totalitarizmdir.
Liberaller
için bellidir. Yapısökümcüler için bellidir. Foucaltcular için
bellidir. Feministler için bellidir.
Ama
kafası çalışanlar gri gibi görünen alanların da farkına
varırlar. Bu gri gibi görünen alanlar hakikati karartan
alanlardır. Hakikat kararsın diye değil, hakikat nur saçsın diye
bu alanlara işaret edilir. Bir misal vereyim: II. Abdülhamid,
İslam'a bu kadar hizmet ederken ilerde ortaya çıkacak olan
Kemalist ulus-devletin de önünü açacak projeler geliştirmiştir.
Zamanın senkronizasyonu, Hicazdaki tren istasyonuyla
İstanbul'dakinin aynı olması, telefonun ithal edilmesi, 9.000
modern okulun açılması vs. Şimdi bu merhuma baktığımızda
modernist birini mi göreceğiz, yoksa ihdas ettiği her siyasayla
yalnızca İslam'a fayda sağlamış, lâ-dini olan her müesseseyi,
söylemi ve pratiği sonuna kadar bertaraf etmiş birini mi göreceğiz?
Alın size gri alan. Abdülhamid güzellemesi yapıp alkışı almak
kolay. Ona küfür etmek de. Ama yaptıklarını tek tek sonuçları
ve nedenleri itibariyle değerlendirmek ve bu suretle bu griliğin
örtüsünü kaldırmak. İşte bu entelektüelin işi!
“Sonuçta,
hâkim zihniyeti ve zihin yapılarını, durumları ve durumalışları
aklamakla sonuçlanır bütün uğraşı.”
Ben
artık kayboldum. Kimden bahsediyor yazarımız? Seküler
entelektüeller desem? Ama hangileri? Kemalistler mi? Faşistler mi?
Milliyetçiler mi? Solcular mı? Hangileri? Adorno, Levinas, Badiou
gibi allâmeler mi? Türkiye'deki paçoz Kemalist zevat mı? Ben
entelektüel/akademisyen deyince -itiraz edecek bile olsa-
Foucault'yu, Heidegger'i, Derrida'yı, Zizek'i, Agamben'i, Spivak'ı,
Butler'ı, Kristeva'yı, Badiou'yu vb. hatırlarım. Allah aşkına!
Bu adamların tenkit ettiği gibi Batı dünyasındaki hakim
zihniyetleri ve yapıları derinlemesine tenkit etmiş bir Müslüman
var mı? Yok Müslüman entelektüellerden bahsediyorsa kimden
bahsediyor yazarımız. Kemalizmi ispat edenler mi? Anti-Kemalist
olanlar mı? Türkiye'dekiler mi, Çin'dekiler mi? Uruguaylılar mı?
“Akademik
terbiye önemlidir elbette; ama akademizm, entelektüalizm'den daha
tehlikelidir.
Entelektüel'in
zaafları açıktır, 'ortada'dır; akademisyen'in zaafları ise
örtüktür, şifrelenmiştir.
Aklın
dışında, daha derûnî düşünme melekelerini devreye girdirmeye
kalkıştığınızda, 'akademizme ihanet'le suçlanmanız ve
'aforoz' edilmeniz 'doğal'dır”
Kemalist
bir gerzekle karşılaşırsanız durum bu. Ama bendeniz master
tezimde sekülerizmi bir bütün olarak pornografi olarak tavsif
ettim. Kemalizm'e eleştirel yaklaşan seküler hocalarımın gıkı
çıkmadığı gibi, tebrik de ettiler. Hem, pornografinin bütün
krizlerine karşı tek ilacın İslam olduğunu anlatmıştım bu
tezde. Demem o ki, ne akademi bu kadar kapalı, ne de akademide iş
yapan herkes dini pamal ediyor. Kaç tane arkadaşım var seküler
hocalarıyla İslami iktisat tezi yazan. Akademisyen yeter ki hıyar
ve bağnaz olmasın.
“Akademizmi
ancak akademizmin silahıyla vurabilirsiniz: Akılcılık.”
Hoppala!
Yahu deminden beri akademizme vuruyordu bu muhterem. Şimdi de
akademizme ancak akademizle, akılcılıkla vurulur diyor. Peki bu
zamana kadar neyle vuruyordu muhterem? Akılsızca mı?
“Buysa,
sizin, kendinizi kendi ellerinizle vurmanız, demektir: Zira 'akıl,
düşünmeyi mümkün kılan değil, öldüren bir şeydir'
(Heidegger).”
Bir
dakika! Bu Heidegger nereden çıktı şimdi? Hikmet ehl-i olarak mı
arz-ı endam ediyor metinde? Topraklarımızdan fışkıran hikmetin,
medeniyetimizin temellük ettiği hakikatin mümessili Heidegger
miydi yoksa? Madem yeri geldiğinde, o akademisyen ve entelektüel
Heidegger kullanılabiliyor, ondan hakkıyla istifade edilebiliyor, o
zaman akademisyenin, entelektüelin suçu ne yahu? Bir de yazının
sonunda şunu yazmış muhterem:“İthal
figürler, ithal akıllarla, ithal zihinlerle, ithal bir dünyanın
eşiğine fırlatır bizi.” Heidegger
yerli malımız olduğu için Kaplan'da bir dejenerasyon olmuyor
herhalde.
“Entelektüel,
-Kant'ın hayalinin aksine- modernliğin henüz ergenlik çağına
ulaş/a/mamış çocuğuydu: Deli-kanlı çocuğu.”
Evet
“ifade gücü, kavramlaştırma yeteneği güçlü bir yazarım
zira”
diye yazan biri için tam da söylenmesi gereken budur.
“O
yüzden, duygusallıkla sonuçlanan yolculuğu, entelektüeli
yedi-bitirdi. Kant'ın hayalini de hayalete çevirdi.”
Allahım
sana geliyorum! Demin çok akılcı diye vuruyorduk entelektüele,
şimdi de çok duygusal diye. Bu ne yahu?
“Tek
yönü vardı entelektüelin: Önü: O yüzden, arkasına bakmadan
yürüdü ve düştü entelektüel önüne, yere, sereserpe.”
Şiir
gibi değil mi?..
Vallahi
yoruldum. Bundan sonraki cümlelerin hepsini tek tek tahlil edecek
gücüm kalmadı. Nitekim işte böyle böyle şiir gibi gidiyor yazı
(“Ama
biri yaralı; diğeri 'paralı': Epistemolojik körleşme, ontolojik
yokoluş”)
ve
sonunda şöyle diyor:
“Bizi
bize getirecek, insanlığın düşünce birikimine ulaştıracak,
hakikatin kazısını yapacak, önümüzü açacak, dün olduğu
gibi, yarın da insanlık çapında ilim, fikir, hikmet ve sanat
yolculukları yapacak, ilkelerini ülkü'lere dönüştürecek,
ülkü'lerinin ülke'sini bulması, dünyasını kurması için nefes
alıp verecek, bu dünya için de, kendi için de değil hakikatin
hayat olması için hakikatten süt emen çağ aşacak ve çağ
açacak öncü kuşaklara, hakikat insanlarına ihtiyacımız var.”
Kim
bunlar azizim? Kim?! Entelektüel değil, akademiyen değil. Anladık
(gerçi anlamadık ama hadi anlamış olalım). Fakih mi, muhaddis
mi? Mutasavvıf mı? Köşe yazarı mı? Kim yahu? Akademisyenin ruhu
şifreli diye yazan birinin metni bu kadar mı şifreli, bu kadar mın
acaip, bu kadar mı anlaşılmaz olur?
“Yoksa,
işimiz var! İşimiz zordur, o kadar!”
Bizim
asıl böyle yazanlarla işimiz var. Bir köşe yazısında bu kadar
çelişkiye düşen, bir dediği bir dediğini tutmayan, misalsiz,
temsilsiz, tarifsiz
hükümlerle,
“şiirsel” ve boş tasvirlerle dolu yazanlarla işimiz çok zor!
O kadar!!!