Daha az porno seyret, daha
çok oku!
Ümit Kıvanç'ın “Bu ne
bilgi, ah bu ne tecrübe!” başlıklı içler acısı yazısının
okkalı bir cevabı hakettiğini düşünüyorum.
1- Evvela belirtelim ki
bu muhteremin Müslüman ırkçısı söylemleri ayrı bir yazı
konusudur. Yarın öbür gün ona da gireriz biiznillah.
2- Bu hadsiz muhterem
beni “Türk-İslamcı” tesmiye etmiş. Hayatım boyunca
milliyetçilikle mücadele etmem bir yana, Türkçü olduğumu
nereden çıkartmış hiç bilemedim. Muhtemelen o Müslüman-ırkçısı
kafasındaki mahut steryo-tip “Müslüman” hayalindendir.
3-
Lezbiyenler ve HDPKK üzerine yazdığım yazının porno
müktesabatına değil, sosyoloji, felsefe ve psikanaliz ilmine
ihtiyaç duyduğunu bir önceki yazımda ifade etmiştim. Buyursun
yazıma baksın
(http://www.aktuel.com.tr/yazar/suheyb-ogut/2015/08/23/diski-ve-kemalistler);
mevzuyla alakalı hangi makaleler telif edilmiş dünyada görsün
(bilhassa Zizek'in “Organs without Bodies” kitabına).
Lezbiyenler ve protezlerinden bahsettiğinizde akıllarına sadece
porno gelenlerin müktesabatı da ancak seyrettikleri porno filmler
kadardır.
4- Gelelim asıl
meseleye: Yazımdaki efendi-köle bahsine. Kendi cenahı kadar porno
zihniyetli olan cahil yazarımız biraz Hegel, biraz Kojeve, biraz
Lacan okumuş olsaydı, efendiden “kendinde”yi, “büyük
Öteki”yi, “dolaysız”ı, “küllî”yi, “Yasa”yı,
“fantezi”yi; köleden de “kendi-için”i, “küçük
öteki”yi, “dolaylı”yı, “cüzi”yi, “istisna”yı,
“semptom”u kasettiğimizi, dolayısıyla bu kendiliklerin esasen
ontolojik vaziyyetlere tevafuk ettiğini anlardı.
Ama anlamadı. Anlamadı çünkü
psikanalizin “p”sini, sosyolojinin “s”sini, felsefenin
“f”sini bilmiyor. Yine de yazıyor, istihza ediyor. Demek ki,
asıl haddini bilmiyor.
“Haddini bilmeyene haddini
bildirmek öksüzü doyurmak kadar sevaptır” hükmü mucibince
aşağıdaki izahatı porno kafalılara bile yapmayı bir ibadet
addediyoruz:
Not: Aşağıdaki makaleyi
elimden geldiğince sarih yazmaya gayret ettim. Lakin Kıvanç'ın bu
makaleyi bihakkın anlayabilmesi için kendisine -porno seyretmek
yerine- şu kitapları okumasını şiddetle tavsiye ediyoruz:
a) Hegel: Geist'ın
Fenomenolojisi, Hukuk Felsefesi
b) Kojeve: Hegel Felsefesine
Giriş
c) Freud: Rüyaların Yorumu
d) Zizek: İdeolojinin Yüce
Nesnesi, For They Know not, Tiklish Subject, Tarrying with the
Negative
e) Butler: Cinsiyet Belası
f) Derrida: Grammatoloji,
Dissemination, Acts of Literature
g) Lewis: Derrida and Lacan:
Another Writing
h) Lacan: XI. Kitap (29 Mayıs
1964 tarihli “From Love to Libido” başlıklı seminer). XX.
Kitap (bilhassa; 12 Aralık 1972 tarihli “On jouissance”, 9 Ocak
1973 tarihli “The function of the written”, 16 Ocak 1973 tarihli
“Love and the Signifier”, 20 Mart 1973 tarihli “Knowledge and
Truth” başlıklı seminerleri)
i) Said: Şarkiyatçılık
NEDEN HER İLİŞKİ BİR
EFENDİ-KÖLE İLİŞKİSİDİR?
Ontoloji sahasında eşitlik,
sadece ve sadece hiçlik demektir. Zira, kendilerini ispat edip
birbirlerini nefyetmek için karşılaşan iki kendilik, kendilerini
aynı ontolojik seviyede vaz ettiklerinde, kendilerini belirli
(farklı) bir muhtevaya sahip olan muayyen bir kimliğin hiçbir
ispatına ulaşamayan iki eşit kendiliğin (bizatihi ispatı
nefyedip kendisini ispat dahi edemeyen) sonsuz nefiylerinden
neticelenen bir hiçlik sahasında bulurlar.
ÖNCE SUÇ HUKUK-SUÇ
DİYALEKTİĞİNİ ANLAYACAKSIN
Mesela, hukuk ve suç
birbirleriyle eşit ontolojik statüde karşılaşırlarsa,
birbirlerini nefyetmelerini ve kendilerini birbirlerinden tefrik
etmelerini mümkün kılacak muayyen bir muhtevadan kaçınılmaz
şekilde mahrum hale gelir ve dolayısıyla her ikisi birden hiçlik
okyanusunda boğulurlar. Bu durumda, “Hukuk nedir?” sorusuna
verilecek tek cevap ancak “Hukuk suç olmayandır.” olacak, ve
“Suç nedir?” sorusuna verilecek tek cevap da ancak “Suç hukuk
olmayandır.” olacaktır.
Bu çıkmaz sokaktan çıkmanın
tek yolu, hukuk ve suç arasında ontolojik bir hiyerarşi tesis
etmek ve bu suretle hukuku küllînin (dolaysızın, efendinin, büyük
Öteki'nin) vaziyetine, suçu da cüz'înin (dolaylının, kölenin,
küçük ötekinin) vaziyetine vaz etmektir.
Hukuk suç karşsında
kendisini küllînin vaziyetine vaz ettiğinde, belirli hiçbir
muhtevaya sahip olmayan dolaysız bir boş kasteden olarak zuhur
eder. Bu da, kendisini cüz'înin vaziyetine vaz etmiş olan suçun,
muayyen bir mânâ elde edip hukuka belirli bir muhteva tedarik etmek
için, kendi (ontolojik açıdan boş olan) sınıfının (cinayet,
tecavüz, hırsızlık gibi) keyfî misalleriyle aynîleşmesine
vesile olur. Artık hukuk ve suçun ne olduklarından bahsetmek
mümkündür: Hukuk cinayeti, tecavüzü ve hırsızlığı suç
olarak belirleyendir.
Fakat hukukun -sanki hukuk
bağımsız bir şekilde kendisinin ve suçun muhtevasını
belirleyebilirmiş gibi görüneceği şekilde- hukuku önceleyen bu
formel tarifinin aksine, bu kendiliklerin karşılaşmasının
başlangıcından itibaren tahakkuk eden diyalektik, hukukun
(muhtevasını hegemonize eden) keyfî suç misallerine, bir kimlik
ve farklılık sahibi olmak bâbında daha fazla bağımlı olduğunu;
kendi dolaysızlığının dolaylı suç tarafından dolayımlanarak
feshedildiğini; hiçbir hukuka bağlı olmadan kendisini keyfî
şekilde vaz eden (seküler) hukukun bizatihi küllî bir suç
olduğunu gözler önüne sermektedir.
(SEKÜLER) HUKUK KÜLLÎ
SUÇTUR
Son kertede, suçun efendisi
olan hukukun sadece hukukun kölesi olmakla kalmadığı, aynı
zamanda bizzat küllîleşmesi de olduğuna şehadet etmek
mecburiyetinde kalırız. Başka bir ifadeyle hukuk, kendisinin suç
olmadığı fantezisi kuran suçtan başka bir şey değildir. İbn-i
Arabî'nin ıstılahıyla söyleyecek olursak, suç hukuka sadece
bir “ev”e sahip olmak için muhtaçtır, oysa hukuk suça
kendisine sahip olmak için muhtaçtır! Suç olmadan hukuk,
hiçlikten başka bir şey değildir. Bu mânâda suç hukukun
semptomudur, hem hukukun kimliğini mümkün kılmakta hem de hukukun
suçtan mutlak surette farklı bir kimliğe sahip olmasını
imkansızlaştırmaktadır.
Hukuk ve suç arasındaki
işbu diyalektik hareket, kadın ve erkek yani efendi ve köle
arasında da tahakkuk etmektedir. Tam da bu yüzden Lacan'a göre
cinsel ilişki muhaldir.
EFENDİ NEDİR? KÖLE NEDİR?
Tıpkı Hukuk ve Suç gibi,
“Erkek” ve “Kadın” kimlikleri de birer boş kastedendir.
Muhtevalarının mutlak olarak neye tesadüf ettiğini tespit etmek,
seküler/dünyevî nokta-i nazarda muhaldir. Bu yüzden muhtevaları
(mefhumları) tarihî, içtimâî, siyasî, örfî olarak ârızî,
istisnâi ve dolayısıyla keyfî şekilde hegemonize edilir. Her
cemiyette, her cematte muhtelif ihbarî (konstatif) ve inşâî
(performatif) kadınlık ve erkeklik varyantlarına rastlamamızın
temel sebebi budur.
Peki ama neden her bir cemaat
ve cemiyette değişen kadınlık ve erkeklik türleri bulmamıza
rağmen, her cemaat ve cemiyette kadın ve erkek arasında değişmeyen
bir asimetriye şâhit oluyoruz? Kadın ve erkek arasındaki küllî
eşitsizliğin sudûr ettiği yer neresidir? İster teoriye ister
ampirik sâhâya mâtuf olsun, câri sosyolojiik çalışmaların
hiçbirinde bu sorulara verilmesi gereken cevabın -bırakınız
zâtını- gölgesini bile görmek mümkün değildir (zira bu soruya
ancak Lacancı psikanaliz cevap verebilir).
ZÂHİRDEKİ BÂTIN,
ŞEKİLDEKİ MUHTEVA
Bu kördüğümü çözmenin
tek yolu, cinsiyet kimliklerinin tarih ve cemiyet tarafından
belirlenen ârızî muhtevalarını bir kenara bırakıp, Freud'un
izinden giderek tam da bu kimliklerin şekilleri üstünde
yoğunlaşmaktır. Cinsiyet kimliklerinin sırrı, bu kimliklerin
zuhur etme şekillerinin – yani bizatihi “Kadın”, “Erkek”
kastedenlerinin- ardındaki o saklı keyfî muhteva değildir;
bilakis örttüğü bütün muhtevalardan daha bâtınî olan bu
zâhirî şeklin ta kendisidir.
Madem ki cinsiyet
kastedenlerinin kastettikleri haber ve inşâ (performativite)
sürekli değişmektedir, o zaman bu küllî kastedenlere dair küllî
bir hüküm verebilmek için, onların kastettiklerinin ötesinde
olmasına mukabil kastedilen muhvetanın kastedilmesini de mümkün
kılan transandantal muhtevanın -şeklin ardındaki değil şekildeki
muhtevanın, şeklin kendi muhtevasının- üzerindeki örtüyü
açmamız lazımdır.
Peki nedir bu cinsiyet
şekillerine (zahirlerine/kastedenlerine) mündemiç olan
transandantal muhteva?
Birbirlerine dikotomik olan,
birbirinin zıttı olan, birbirinin nakîzi olan, birbirinin ötekisi
olan bütün kendiliklerde (buna butch-femme ditokotomisi de
dahildir!) cârî olan muhtevanın ta kendisidir: Vaz'iyyet.
DİYALEKTİĞİN VAZİYETLERİ
“Kadın” ve “Erkek”
şekilleri -diğer bütün dikotomik şekiller gibi- öyle rastgele
zuhur etmezler. Kendilerini iki ontolojik vaz'iyyetten birine
(Efendinin ya da kölenin, küllînin ya da cüzînin vaz'iyyetine)
vaz ederek zuhur ederler.
“Erkek” kendisini küllînin
vaz'iyyetine vaz ettiğinde “kadın” da kendisini cüzînin
vaz'iyyetine vaz etmek zorunda kalır. Ya da tam tersi.
“Kadın”ı “Erkek”siz,
“Erkek”i de “Kadın”sız düşünmek mümkün olmadığı
için, bu kendilikler ancak aralarında dikotomik bir izafetin
tebarüzüyle vücut bulabilirler.
Dikotomik izafet, mevzubahis
kendilikleri birbirini ilânihâye nefyetmekten kurtaran, bu minvalde
içinde, birini dolaysız referans noktası, diğerini de bu dolaysız
referansın dolayımıyla kendi kimliğini kazanan dolaylı bir
mülhak kılan ontolojik asimiteriyle ittihad ettiğinde “Kadın”
ve “Erkek” yalnızca kendilerini vaz ve ispat etmiş olmakla
kalmaz, aynı zamanda birbirlerine bağımlı iki vaz'iyyeti
(Efendiyi ve köleyi, dolaysızı ve dolaylıyı) de vaz etmiş
olurlar.
EFENDİ FANTEZİDİR, KÖLE
İSE SEMPTOM
Hulâsâ, “Kadın” ve
“Erkek”in ontolojik hakikati, onların evvela birer vaz'iyyet
olmasıdır: “Kadın” köledir (cüzidir, bağımlıdır,
dolaylıdır, istisnadır, semptomdur, küçük ötekidir), “Erkek”se
efendidir (küllîdir, bağımsızdır, dolaysızdır, kaidedir,
fantezidir, büyük Ötekidir).
Başka bir ifadeyle cüzînin
vaz'iyyeti kadındır (köledir), küllîninse erkek (efendi).
“Erkek” ve “Kadın” esasen birer ontolojik vaz'iyyet
ismidirler. Şekillerine mündemiç olan transandantal muhteva da
işte tam olarak budur.
“Kadın” ve “Erkek”
arasında efendilik-kölelik mahiyetinde ontolojik bir asimetri
(eşitsizlik) olmadığı takdirde, bu kendiliklerin tefekkür
edilebilmeleri, tefekkürün ve simgeselleştirmenin nesneleri olarak
mevcudiyet kazanmaları muhal olur.
PSİKANALİZDE ERKEK VE
KADIN BİYOLOJİK CİNSİYETLER DEĞİLDİR!
Peki bu ontolojik asimetri,
aynı zamanda ontik (sosyolojik) bir asimetriyi de icap etmekte
midir?
Bu soruya cevap vermek için
basit bir misal vereceğiz: Aynı kudrette, aynı bilgide, aynı
yaşta, aynı statüde, aynı zenginlikte, aynı yakışıklılıkta,
aynı ahlakta, aynı sınıfta, aynı milliyette, aynı dinde olan
iki (“biyolojik”) “Erkek”in sohbet ettiğini tasavvur edelim:
Biri iki dakika konuştuğunda, diğeri de iki dakika konuşuyor
olsun. Birbirlerinin sözünü hiç kesmeden, birbirlerine hürmet
ederek, hatta birbirlerini tasdik ederek güle oynaya muhavere ediyor
olsunlar. İlk sathî bakışta bu iki “Erkek” arasında mutlak
bir eşitlik varmış gibi gözükecektir. Fakat ikinci esaslı
bakışta bu kanaat yerle bir olur. Zira bu eşitmiş gibi görünen
iki “Erkek” arasında gerçekte kat'î bir bağımlılığın,
kat'î bir asimetrinin mevcut olduğuna şahit oluruz: Sohbetin aynı
anda ikisi tarafından başlatılması mümkün olmadığı için,
önce biri bir mevzu ortaya atmış, diğeri de bu mevzuya uygun
olarak sohbeti sürdürmüştür (yoksa sohbet devam etmezdi, biz de
kendi kendine konuşan iki psikotikten bahsetmeye başlardık). Biri
konuştuğunda diğeri susmuştur (aksi halde sohbet yine mümkün
olmazdı). Susan kişi konuşma sırası kendine geldiğinde, sohbeti
devam ettirebilmek için az evvel konuşan kişinin bıraktığı
yeri nazarı itibara almak zorunda kalmış, muhavereyi bu minval
üzere sürdürmüştür (aksi halde sohbet biterdi).
EFENDİDEKİ KÖLE, KÖLEDEKİ
EFENDİ
Bu da demektir ki, ilk konuşan,
sohbetin gidişatını belirleyen “erkek” “Erkek”
vaz'iyyetini işgal etmiştir: “Erkek”tir. Onun “belirleniminde”,
onun “dolayımında” sohbeti sürdüren, kendi kelamını onun
kelamına “ilhak” eden, onun kelamının “kölesi” hükmünde
kelam eden “erkek”se “Kadın” vaz'iyyetini işgal etmiştir:
“Kadın”dır. En başta “Erkek” vaz'iyyetini işgal eden
“erkek”, sohbet süresince muhatabını her dinlediğinde,
muhatabına hitap etmek için muhatabının kelamına uygun her kelam
ettiğinde “Erkek” vaz'iyyetini terk etmiş olur, “Kadın”
vaz'iyyetini işgal ederek “Kadın”a inkılap eder. Bu esnada
sâbık “Kadın” da “Erkek”e inkılap eder.
İlişkinin, ötekiliğin,
mânânın, sohbetin, arkadaşlığın, birlikteliğin, barışın,
cemiyetin, sempatinin, düzenin, diyalogun tek bir imkan(sız)lık
şartı vardır: Diyalektik!
Biribirleriyle karşılaşan
kendilikleri “Kadın” ve “Erkek” (ya da köle ve efendi)
vaz'iyyetlerinden birine vaz ederek birbirleriyle becâiş yapana dek
muvakkaten kimliklendirecek, kendiliklerin aralarında simgesel bir
ilişki kurulmasını mümkün kılacak, kendilikleri birbirlerinden
tefrik etmekle beraber aralarındaki mutlak farkı da ilanihaye tehir
edecek, menfînin hükmi altındaki bir diyalektik.
EŞİTLİK HİÇLİKTİR!
Diyalektiğin adem olduğu
yerde ademiyet vardır sadece. Bu, iki kişinin aynı anda konuşması
demektir. Nitekim biribirleriyle gerçekten de eşit olan iki
kişinin, en azından aynı anda konuşabilmesi, birbirlerine bağımlı
olmadan istedikleri gibi birbirlerine hitap edebilmesi iktiza eder.
Ancak böyle bir eşitliğin olduğu yerde, konuşma da yoktur,
ilişki de. Yalnızca “keyif” yüklü bir gürültü, kişileri
birbirlerinin gurbetine sürükleyen saf bir antagonizma, her an
sıcaklaşabilecek bir savaş vardır.
Eşitlik hiçliktir;
(ontolojik) “Varlık”ı, (ontik) varoluşu nakzeden tekinsiz
menfiliktir. İşte bu sebepledir ki “Kadın” ve “Erkek”
arasında eşitliğin ötesinde bir ilişki tasavvur etmek gerekir.
Zira “Kadın” ve “Erkek” arasında, sonu hiçliğe varmayan
herhangi bir ilişki tasavvur etmenin tek yolu budur.
“Kadın” ve “Erkek”
arasındaki diyalektik-vaz'iyyet-becaişi sırf (susma-konuşma gibi)
ontik minvallerle sınırlı da değildir.
Girişte de temas ettiğimiz
gibi, “Kadın” “Erkek”in kölesi, bağımlısı, semptomu
olarak tezahür ettiğinde, aslında “Erkek” “Kadın”a
“Kadın”ın kendisine olduğundan daha fazla köle, daha fazla
bağımlı olur:
NASIL DA BİRBİRLERİNE
KALBETTİLER. GÖRDÜN MÜ?
En başta dolaysız bir efendi
olarak zuhur eden “Erkek”in, sonraları “Kadın”ın
mevcudiyeti, “Kadın”ın kendisine olan tâbiyeti, “Kadın”ın
kendisine olan bağımlılığı sayesinde efendi olarak zuhur
ettiğini görürüz. Böylece “Erkek” “Erkek” olmaktan,
efendi olmaktan, bağımsız ve dolaysız olmaktan çıkar, “Kadın”a
kalbeder. Ama bu “Kadın” o en başta nefyettiği “Kadın”ın
katiyen aynısı değildir; bilakis bu “Kadın”ın
küllîleşmesidir; külî bir “Kadın”dır. Kendi kadınlığını
maskeleyen, kendisinin “Kadın” olmadığı fantezisi kuran küllî
bir “Kadın”. Ve bu küllî “Kadın”ın kendisine dair
kurduğu fanteziyi ihlal eden semptomun ismi ise “Kadın”ın ta
kendisidir.
Tam da bu yüzden “Erkek”in
ancak “Kadın” gibi bir dış kurucu ötekiye referansla ispat
edilebildiğini, kimliklenebilmek bâbında hep böyle haricî-menfî
bir unsura ihtiyaç duyduğunu dillendiren basmakalıp yapısökümcü
feminist söylemlerden uzak durmak gerekir. Bunun yerine, “Kadın”ın
“Erkek”in dâhilî antagonizmasının, dâhilî imkansızlığının,
dâhilî boşluğunun hâricîleştirilmesinden, hariçteki
semptomatik bir projeksiyonundan başka bir şey olmadığının
teslim edilmesi lazımdır.
KÖLE EFENDİNİN
SEMPTOMUDUR
“Kadın” “Erkek”in
semptomudur; “Erkek”te bastırılan Gerçek'in simgeseldeki geri
dönüşüdür. Bu müstesna mülhak sayesinde “Erkek” hem
“Erkek” olarak kimliklenir hem de bu kimlikle mutlak surette
aynîleşmekten men edilir. Mutlak olan tek bir Şey vardır: O da
mutlağın imkansızlığıdır.
“Kadın” hakkında ne kadar
mizojenist söylemler kurarsak, işte o kadar “Erkek”in
hakikatine -Gerçek'te “Erkek” diye bir şey olmadığının,
“Erkek”in saf bir fantezi olduğunun hakikatine- ulaşmış
oluruz. Zira hakikat zâhiri-söylemsel gerçekliğe değil, bu
gerçeklikte bastırılan, bu gerçekliği, o vehmettiği gibi mutlak
olmaktan çıkartıp ârızîleştiren Gerçek'in ta kendisidir.
MİZOJENİSTLERDEN DAHA
“FEMİNİST”İ YOKTUR
Kadınların aptal, korkak,
cahil, şehvetli, iradesiz vs. olduğunu iddia eden hiçbir
mizojenist, erkeklerin hiç aptallık etmediğini, hiç korkmadığını,
hiç şehvetli olmadıklarını, hiç iradelerini kaybetmediklerini
vs. iddia edemez. En hâlis mizojenist için bile erkek, yalnızca
“kadın”a mahsus olduğunu vehmettiği menfî sıfatlardan hâlî
değildir. Yani en hâlis mizojenist için bile erkekte bastırılmış
olan bir kadın vardır. Bu da bizi, mizojenist ideolojinin
söylemselleştirdiği “Erkek”in bile, kendi Gerçek'ini
maskeleyen saf bir fantezi olduğunu, kendi Gerçek'ini
haricîleştirip ona yabancılaşan basit bir fetişist yanılsama
olduğunu ilan etmeye sevkeder.
TIPKI ORYANTALİSTLER GİBİ
Tıpkı kendi bünyesindeki
bütün kuvvesizlikleri, bütün kudretsizlikleri, bütün
istisnaları, bütün semptomları, bütün patolojileri, bütün
menfilikleri, bütün antagonizmaları, bütün kısa devreleri
“Doğu” şeklinde haricîleştirip kendisine müspet kimlikler
izafe eden “Batı”nın hakikatine -onun bizatihi ideolojik bir
fantezi ya da fetişist bir yanılsama olduğu hakikatine- tam da bu
Doğu projeksiyonu sayesinde muttali olduğumuzu ilan ettiğimiz
gibi.
Garip olansa, mizojenistler
erkekteki kadını bastırmak, maskelemek ve haricileştirmek için
bu kadar çırpınırken, feministlerin erkeği mizojenistlerinin
dahi beceremediği şekilde, mizojenizmin dahi ufkunun ötesinde
müspet-mutlak bir kimlik olarak tescil etmek için bıkmadan
usanmadan uğraşmasıdır. Feminizmin bütün dalgalarına şâmil
olan telakkideki en merkezi unsur, “Erkek” kastedenindeki hiçbir
eksiği, hiçbir kısa devresi, hiçbir dahili antagonizması
olmadığı varsayılan değişmez-mutlak-gayrı diyalektik (!)
hususiyetlerdir: Efendilik, baskı, ölüm, disiplin, sömürü vs.
Böylesi müspet bir “Erkek”, mizojenistin dahi erişemediği bir
mutlaklığı ima etmektedir.
ŞİMDİ SEN SÖYLE: KİM
EFENDİ? KİM KÖLE?
Mesele tavazzuh etsin diye
basit bir misal daha verelim: Hoca ( biyolojik cinsiyeti ister erkek
isterse de kadın olsun, hiç farketmez) sınıfın Efendisidir,
sınıftaki talebeler de onun kölesi. Hoca istediği talebeyi
susturur, istediği talebeyi konuşturur. İstediği zaman ayağa
kalkar, istediği zaman oturur. İstediği zaman espiri yapar,
istediği zaman ciddi olur. İstediğine düşük not verir,
istediğine yüksek not. Fakat bütün bu kudret, aynı zamanda onu
sınıfın kölesi kılan şeyin de ta kendisidir. Sınıftaki
talebeler tabiri caizse onu kendilerine ders anlatsın diye
vazifelendirmişlerdir. Saatlerce sesi kısılana, kan ter içinde
kalana kadar ders anlatmasını emretmektedirler. Yıllarca okuyup
öğrendikerini birkaç saat içinde kendilerine hülasa etsin de
kendileri zahmetsizce bilgiye vakıf olsunlar diye hocayı ayakta
konuşturmaktadırlar. Derse hazır gelmesini, bir önceki günden
ödevlerini yapıp her daim hazırlıklı olmasını istemektedirler.
Hocanın hata etmesine ise hiç tahammüllü yoktur talebelerin. Ve
ders anlatışından oturup kalkmasına, giyinip kuşanmasına kadar
bir hocaya yakışır şekilde eksiksiz-hatasız şekilde
davranmasını bekledikleri hocalarının her daim kendileriyle
ilgilenmesini, maddi-manevi sıkıntılarını çözmesini talep
etmektedirler.
Bu haliyle hoca, sınıfın
zavallı kölesidir. Hocalık mefhumuna mündemiç olan şey, bizzat
sınıf köleliğidir.
Bugün hocaya baktığı
zaman sadece zahiri efendiyi görüp bu efendinin zahirine mündemiç
olan köleyi göremeyenler aptaldır -zira aptal, mecaz kuramayan,
mecazi mesafeyi idrak edemeyen, zahiri kendisine irca edendir.