Neden
Tayyipçiyim? (Ahmet Çiğdem'le münakaşa)
Normalde
benim için Ahmet hocayla münakaşa bitmişti. Nitekim kendisiyle bu
hususta mailleşmiştik. Münakaşa bitmişti derken, yazılı olarak
bitmesini kastediyorum. Bazen rû be rû konuşarak on beş dakikada
halledilebilecek meseleler, yazışarak bir ömür boyu nihayete
eremiyor. Bazen dedim de yalan söyledim aslında; çoğu zaman,
hatta neredeyse her zaman. Amma ve lakin, pek çok dostum ve talebem
bu münakaşadan çok istifade ettiklerini söylediler. Devam etmemi
istediler.
Diğer
taraftan Ahmet hoca mail attı. Sağda solda kendi yazısını “nasıl
koydu hoca kocaman” kabilinden paylaşılmasından çok rahatsız
olmuş (Şayet benim yazım da bu şekilde paylaşılmışsa ben de
aynı şekilde çok rahatsız olurum). Ben de son zamanda muttali
oldum bu tür paylaşımlara. İlmî-felsefî münakaşaları sidik
yarışı olarak telakki eden bu zevatın (solcu, Müslüman
farketmez, tümünün) kendi sidiklerinde yüzmelerini temenni
ediyorum.
Benim
bu yazıdaki tek muradım, münakaşayı ilmî-felsefi-siyasî bir
münakaşa olarak görenlere kendi meramımı anlatmak, o kadar.
Tabii meseleler çok geniş, o yüzden en kestirmesinden izah etmeye
çabalayacağım. Buyrun efendim:
“Cevabınızı
okudum; “siyaset”den “siyasal olan”dan ne anladığınız
konusunda bir fikir edinemedim. Belki bu hususta kendinizi daha sarih
ifade etmelisiniz. “Sol”, “sosyalizm”, “komünizm”
kavramlarının arasındaki farklar ve bu farkların “siyaset”
olarak hangi çatışmaları ihtiva ettiğine dair tartışmaları
da, Lenin ve Troçki okuyan birisi olarak –yine- belki daha
yakından takib etmeniz faydalı olabilir.”
Siyasetten
ne mi anlıyorum? Tek bir cümle ile tarif etmem gerekirse:
Atla
(köle) seyis (efendi) arasındaki mübayenetten sâdır olan
münakaşa, müzakere, mutabakat süreçlerini ihata eden iktidar
ilişkilerinin husule getirdiği techne -seyislik-, dasein'a
unheimlich olarak zuhur eden dike'yi nefyetmeye nâ-mütenahi
teşebbüs etmesi neticesinde inşa ettiği heim'de -polis'te,
dasein'ın “da”sında- inkişaf eden ideolojik gerçeklikte
dike'nin, o phusis'in dasein'a polemos minvalinde tahakkuk eden bütün
patolojik cüzlerini ihtiva edecek şekilde istisna ya da semptom
hükmünde -daha Aristoteles demeden evvel- mahkum edilerek oikos'a
hapsedilmesi, geriye kalan alanın da sympathos'u fantazmatik
senaryolarla deruhte eden mitsein'la rabıtalı egzistansiyellerin,
yani irtibatın transandantal şartlarının, atı da seyisi de, ve
hatta techne'yi ve dike'yi de içine alıp dışına bırakarak ve
sonra tekrar içine alıp dışına bırakarak imkansız bir mutlak
kimliğiyle/yasasıyla tebarüz ettiğinde, seyisin bizzat kendisine
bile ekstatik hale gelmesini ve bu suretle “kendinde” attan
kastre olarak failleşmesini, failleşerek ancak psikoz belası
mânâsına gelen cevherini ve onunla aynileşmeyi terketmesini;
yabancılaşmasını, kendisiyle polemik hale gelmesini, kendi içinde
yarılmasını, kendisine tahrim edilmesini ve en nihayetinde Poe'nun
mektubu gibi apaçık ortada olduğu için bir türlü bulamadığı
mahrem kendiliğini das mann'ın tayin ettiği küçük öteki
nesnelerine menfinin karanlığında ihtirasla yönelerek ispat
etmeye çalışmasını, bu uğurda bütün bir dike'yi ve dike'nin
-her günkü mukadderatının- hem külli hem de cüzi polis'i icbar
ettiği teşkilatlanma şeklini nazketmeyi, bütün bir ontolojisini,
içinde dikotomilerin arasındaki farkın, bırakın ilanihaye tehir
edilmeyi, ontik-vasati bir telakki vasıtasıyla dahi işaret
edilemediği antagonistik ve keyif dolu bir enkaza kalbedişini
ahmakça göze almasının ardından mazhar olduğu “muvaffakiyet”in
gözleri fal taşı gibi açtıran katastrofisini bertaraf etmeye
matuf amel etmek babında teche'nin mahut tarifinde zımnen
lafzileştirilen adaleti -her şeyi yerli yerinde yapmak, olması
gerekenin olması, cevherine uygun muamele etmek vs- işin içine,
mecburiyetle sarmaş dolaş olmuş olan hürriyet mefhumunu da dahil
ederek, techne'ye (dolayısıyla ethos'a) ve dike'ye/daimon'a tam da
onların belirlenimi dahilinde meydan okumaya çalışmasını,
keyif'te boğulmamak için de polis'i daha aklî (enstrümantel ya da
cevheri) ya da daha kalbî tesis etmeye uğraşmasını hem mümkün
hem imkansız kılan bütün bir diyalektiği anlıyorum.
Siyasetle
siyasî arasındaki farkı da Schmitt ve Laclau'ya yaslanarak, yasa
ve istisna arasındaki fark olarak vaz ediyorum.
“Genel
olarak düşünme biçiminizin ve kavramsal dünyanızın “okazyona”
bağlı savrulmaları ve bu savrulmaların düşünsel sonuçları
konusunda da bazı belirsizliklerin hâlâ sürdüğünü
söylemeliyim. “Büyük Öteki” yoktur- mesela, bu önerme bir
moment, belli bir kavramsallaştırım içerisinde işlevsel olabilir
ama, bu aynı şekilde, “Büyük Öteki vardır” önermesinin de
işlevsel olabileceği, teorik ve politik uğraklar da mevcuttur.
Takib ettiğiniz literatüre bağlı olarak, bu tamamen, simgesel,
imgesel ve Gerçek’in nasıl kavramsallaştırıldığıyla ilgili
pratik bir meseledir.”
Düşünme
biçimimde zerre kadar savrulma olduğunu düşünmüyorum. Bilakis
bu ifadenin kendisi bir savrulmadır. Daha doğrusu bir tökezlemedir:
“Büyük Öteki” lafzı Lacan'a ait. Ve Lacan'da büyük
Öteki'nin varolduğu hiçbir moment yoktur! Olabilir dediğiniz anda
Lacan'ın dışına çıkarsınız. Ve çıktığınız anda
girebileceğiniz tek yer vardır; din. Diğer taraftan simgesel,
muhayyel ve Gerçek'e tam da bu lafızları kullanarak farklı bir
mânâ veren kimse bilmiyorum. Ahmet hoca fakiri bu konuda
aydınlatabilir. Zupancic, Zizek, Miller, Fink, Salecl vs. hiçbirinde
böyle bir şeye rastlamadım. Lacan'a dair bildiğim tek revizyon
keyif'le alakalı. Onu da Scott Willson “neşe” olarak
lafzileştirdi. Ha bir de Zizek'in geç dönem metinlerinde
“artı-keyif'te neymiş kardeşim? Keyif zaten hep bir artı-keyif
olarak tahakkuk eder” minvalindeki küçük tenkitlerini
sayabiliriz. Bunun dışında bu kavramları konvansiyonel
kullanılışından farklı mânâlar yükleyenler kimlerdir?
Hakikaten bilmiyorum.
“Siyaset,
pozitif bir belirlenim, vargısal bir edim, nedensel bir
aktüalizasyon değildir. Bir tür iradeciliğin, istemciliğin,
yahut objektivizmin sonucu da değildir. “Müsbet bir teklif” hiç
değildir. Sonuç olarak, bir tür projenin, programın, iyi
tasarlanmış toplumsal bir mühendisliğin konusu, nesnesi de
değildir; fakat böyle anlaşılabilir ve bu minvalde siyaset de
üretilebilir.”
Benim
de böyle düşündüğüm ilk cümlemden belli olmuştur sanıyorum.
Fakat başından beri münakaşa ettiğimiz mesele şu: Siyasi
hasmını kapitalizm olarak tayin etmiş (lafzileştirmiş) olan
“solcular” neden kapitalizmi nefyetmeye, nakzetmeye ve yıkmaya
dair tek bir teklif getiremezler? Irkçılık, milliyetçilik, mekan,
popüler kültür gibi mevzularda teklif getirebilenler, neden asıl
mesele olan kapitalizme karşı, onu yıkacak tek bir teklif
getiremezler? Bu mühim değil midir?
Ha
şayet solcu olmak demek segregasyona, diskriminasyona vs. karşı
olmak, demokrasiyi ilanihaye radikalize etmek demekse, o zaman ben
solcu arkadaşlara söyleyeyim: O her gün küfrettikleri AKP
cumhuriyet tarihinin en solcu partisidir (Ermeni, Alev, başörtüsü,
Kürt siyasaları vs.).
Ben
Mimar Sinan'da doktora yaptım. Okula girer girmez, beni “sol”cuların
pankartları karşılıyor: AKP türbanını al ve üniversitemizden
defol! Sırf bu söylem, ve bu söylemin okulun her tarafında
utanmadan pornografikleştirilişi, tek bir akademisyenin dahi bunu
meseleleştirmeyişi bile Türkiye'de (kapitalizm dışı meselelerde
de) sol diye bir şeyin olmadığını gösterir.
Demin
AKP'ye solcudur dedik ya: Çıldırmıştır Müslüman ırkçısı
“sol”cularımız. Neden? Çünkü AKP neoliberal. Yani günümüz
kapitalizmin ideolojisinin müdafii ve tatbikçisi. O zaman ben de
soruyorum: AKP ne yaparsa neoliberal olmaz? Ne yaparsa kapitalizmi
nakzedecek bir siyasa ihdas etmiş olur?
Heidegger
-zımnen- der ki: Teknolojinin olduğu yerde insanlar teknolojiye
tamamen karşı olamazlar. Teknolojisiz bir hayat tasavvur edemezler.
Teknolojiye ancak teknolojinin belirlenimde muhalafet ederler. Bu da
onları daha yeşil, daha ekolojik bir teknoloji istemek gibi
inotantik hallere sevkeder.
Demem
o ki, bugün elimizde Amish gibi yaşamayı tasavvur eden bir “sol”cu
olmadığı için her biri ancak kapitalizmin belirlenimi ve ufku
içinde kapitalizme karşı “çıkıyorlar” (!). İşçilerin
hakları falan diyorlar. İşçi hakkı mukaddestir. Bununla istihza
etmem. Ama içinde, işçilerin haklarını bihakkın aldıkları (ki
Marx'a göre kapitalist ne kadar ücret verse artı değer yüzünden
hiçbir zaman işçinin hakkını ödeyemez. Ama solcu arkadaşlarımız
bunu göz ardı ederler, sonra işçi hakkı diye nida ederler) bir
kapitalizmin artık çökmeye yüz tuttuğunu söylemek en hafif
tabirle saflıktır. Bilakis işçilerin haklarını ne kadar telafi
ederseniz, kapitalizmi o kadar rehabilite edersiniz. Şehirleşmeyi
ne kadar çevreye uygun yaparsanız, kapitalizmi o kadar rehabilite
eder, o kadar ekolojikleştirirsiniz. Teknolojiyi ne kadar ekolojik
yaparsanız, kapitalizmi de o kadar ekolojikleştirmiş olursunuz.
Ama bunların hiçbirinde kapitalizm yıkılmış olmaz!
Ha
şayet “solcu” vatandaşın derdi buysa, yani kapitalizmin
(devletin, mülkiyetin, hukukun, ailenin vs.) olmadığı bir dünya
değil de, çok daha insani bir kapitalizmse, o zaman mesele başka
demektir. Ama artık bunun adını koysunlar derim. Bizim derdimiz
kapitalizmle değil, onun rehabilite edilmesiyledir falan desinler.
AKP'yi de bunun üzerinden tenkit etsinler. Yoksa çok komik
oluyorlar. Benden demesi.
“Utopyalar,
Comte’un Catechisme’i, Necip Fazıl’ın Başyücelik Emirleri
veya Medine Vesikası sizin anlamaya yatkın olduğunuz türden,
“pozitif” bir siyaset öneriyordur herhalde, fakat bunlarla,
değil bir gerçekliği anlamak, apartman idare etmek bile mümkün
olmayabilir—bütün “somutluklarına,” ve “pozitif imâlarına”
rağmen.”
Bir
daha söyleyeyim: Başından beri ütopist bir tekliften söz
etmiyorum (ki medine vesikası transandantal değil, immanent bir
tenkittir, dolayısıyla ütopisti değildir, belirtelim). Solcuların
kapitalizmi iktisadi merkezde yıkacak müspet teklifleri nedir? Onu
çok merak ediyorum.
““Müsbet
teklifleri yok” dediğiniz insanların, teklifi çok ve siz bunu
biliyorsunuz. Onlardan tam olarak ne istediğinizi biliyor musunuz?
Peki kendiniz tam olarak ne istiyorsunuz?”
Bir
daha söyleyeyim: İçinde, Kürtlerin Kürt, Müslümanların
Müslüman olabildikleri bir dünyada kapitalizm de apatheidla
beraber yıkılmış olur diyemeyiz! Şehirlerin daha insani olduğu
bir dünyada da! Ben ne istediğimi çok iyi biliyorum. Sorun şu ki
solcu vatandaş da biliyor hesapta: “Kahrolsun kapitalizm” diyor,
kapitalizme uygun siyasa ihdas edenleri lanetliyor, ama gel gör ki
şu kapitalizm denen boku yıkmak için ne yapmak lazım birader?
dediğinde en fazla işçi hakkı falan diyor. Ne istediğini bilen
solcu, isteğine nasıl ulaşacağını bilmiyor!
“Tartışma
konusuna dönersek, kendimi tekrar etmeme izin verirseniz eğer,
“siyaset teorisinin eksikliği” için adres, sosyalizm ve
komünizm değildir.”
Bunları
gündeme getiren ben değildim zaten.
“Kapitalizm
meselesine gelince. Bu konudaki çaresizlik sadece sosyalistlerin
meselesi olmasa gerektir. Bütün insanlığı ilgilendiren bir
“durum”dan söz ediyoruz. Kapitalizmin daha fazla büyümesine
imân eden sağ teklif, kapitalizmi daha sosyal adaletci ve eşitlikci
kılmaya yönelik sol teklifle kapitalizmin nihaî gerçeklik
olduğunda ortaklaşır.”
Hah!
Eyvallaaaaah!... İşte ben de bunu diyorum başından beri. Ne güzel
ifade etti hocam. Daha neyi konuşuyoruz peki?
“Bütün
kitaplı dinler, kapitalizmle bir biçimde uzlaşmıştır.”
Bu
ifade çok muğlak. Şayet Weberci gibi konuşuyorsak, yani modernite
öncesinde de muhtelif kapitalizmler var diyorsak başka konuşmamız
lazım, yok modern, post-modern kapitalizmse mevzu başka konuşmamız
lazım. İslam'ın faizi yasaklaması (ve daha pek çok hüküm),
Amishler'in teknolojiyi reddetmesi, Afrika'da para nedir bilmeden
pagan dinlerine uygun yaşayan insanlar vs. Sırf bunlara bakarak
bile bu ifade hükümsüz olur, şayet kapitalizmden merkantilizmi
anlamıyorsak.
“Komünist
tahayyül, burada devreye girer. Komünizm, bir siyasal ve toplumsal
rejim değildir; daha eşit ve özgür bir dünyanın, adaletin,
merhametin ve şefkatin olumlandığı bütün çabanın “adı”dır.”
Ütopya
kurmayacağız diye söz verdik az önce. O zaman ütopist olmayan bu
tahayyülün hayali ne ola ki? Bu arada tahayyül ediyor da solcu
vatandaşlar, o hayallerine (kapitalist olmayan dünyaya) gidecek bir
yol tasavvur edebiliyorlar mı? Söyleyeyim: Polise taş atmakla bu
iş hallolmuyor. “Türban”a küfretmekle de.
“Bu
çaba, kapitalizme karşı direnmeye değil, ötesinde bir imkâna
inanır. Siz mümin bir insansınız; müminler dünyaya zafer için
gelmezler, gariplerin kitabında muzaffer olacaklarına dair bir
kayıd bulunmamaktadır. Bu tarihsel aşamada belki yenilmekten başka
bir seçenek yoktur. Sözde-aktivizmin en büyük silahı, “yine
yenil, hep yenil, güzel yenil” ağlaklığı değil, tabiatıyla
kasteddiğim.”
Demek
ki solcu olmak, hiç varolmamış bir dünyanın imkanına naifçe
iman etmek demekmiş. İyi, güzel de, bunu çocuklar da yapıyor
zaten. Bir hastanın iyileştiğini “tahayyül” etmesi marifet
midir? Marifet kendi reçetesini yazabilmesidir. Hem reçete
yazamayıp (başarız teşebbüslerinin neticesinde artık yazmayı
aklının ucundan dahi geçirmeyip) hem de hastalığa küfretmesi
ise ... ne diyeyim bilemedim ki? Çok yaşa Bedri Baykam!
“Son
olarak, tamamen yazdıklarınıza bağlı olarak, uzaktan, size dair
beslediğim ümidin, bir tür sağ savrulmayla hebâ olabileceği
endişesiyle, size ancak “kızdığımı” söyleyebilirim. Şu
son yazdığınız yazınızın sarkazmı, bir müddet önce –haklı
olarak- eleştirdiğiniz Yusuf Kaplan’ın toptancılığıyla nasıl
mesafelenecek?”
Benim
sola dair yaptığım “toptancı” tenkidin aynısını zaten
hocam yapmış: “Kapitalizmin daha fazla büyümesine imân eden
sağ teklif, kapitalizmi daha sosyal adaletci ve eşitlikci kılmaya
yönelik sol teklifle kapitalizmin nihaî gerçeklik olduğunda
ortaklaşır.”
Asıl
şimdi iki tane toptancı hüküm vereceğim:
1-
Dünyada kendisini “solcu” olarak takdim eden entelektüellerin
hepsi (Badiou, Zizek vs.) ırçıklık karşıtıdır. Biraz komik
olacak ama söyleyeyim: Anti Kemalisttir. Biz de ise solcuyum deyip
Ermeni'ye küfreden de var, solcuyum deyip Müslümanlara
(başörtülülere) ayrımcılık yapan da (epey) var.
2-
Türkiye'deki bütün solcular Kemalisttir. İslam'a olan
nefretleriyle, cehaletleriyle ve mesafeleriyle kemalisttir.
Başörtüsünün özgürlüğü söz konusu olduğunda bir tek DSİP
çıkmıştı, kayıtsız-şartsız destek veren, ama orada bile bir
takım Zizekçi vatandaş üçüncü yolculuk oynuyorlar, hizmet alan
hizmet veren ayrımı falan yapıyorlardı. “Çok radikalim,
bildiğin gibi değil vatandaş” diye piyasaya çıkan Baskın
Oran'ın dahi bu ayrımı yapması işin vehametini gözler önüne
serer. Türkiye'nin önde gelen üniversitelerinde bilhassa sosyal
bilimlerde neredeyse tüm akademisyenler “solcu”. Var mı bu
departmanlarda bir tane Müslüman (dini vecibeleri ifa eden, temsil
ve tebliğ eden)? Boğaziçi'nde, ODTÜ'de, Sabancı'da, Bilgi'de,
Koç'ta, Bilkent'te? Bu nasıl bir apartheid'dır Allah aşkına?!
Bunların
komünist tahayyülü varmış. Hah! Bu tahayyülde Müslüman'a yer
olmadığı kesin!
Hocam
kusura bakmasın: bir Ahmet Çiğdem üzerinden “sol”a dair
telakkim değişmez.
“Öleni,
yaşayanı birer birer kurşuna dizdiğiniz yazınızı, Haşmet
Beyle bitirmenizi anlayışla mı karşılamalıyız?”
Haşmet
abi, benim akademide tanıdığım “solcu” herkesten çok daha
bilgili, çok daha zeki, çok daha adil, çok daha feraset sahibi.
Buna rağmen yazılarını en sıradan vatandaş dahi anlayabiliyor.
Marifet budur işte. Keşke bugün paralel namussuzların
kılavuzluğunda imza falan toplayan “solcu” akademisyenlerimiz,
onun tırnağı kadar olsalar.
“Belki
bu yönde kaygılarınız vardır, bilemem, şu zavallı
sosyalistlere ve komünistlere karşı yönelttiğiniz eleştirileri,
dönüp, içinde yer aldığınız “bağlama” da yöneltmek
istemez misiniz? Bu, üstelik şimdi, sadece teorik bir mecburiyet
değil, aynı zamanda ahlakî bir yükümlülük olarak ortada
durmaktayken?”
Bağlamı
söyleyeyim mi okuyucular? Bu memlekette 80 senedir iç savaş var!
Ve bu savaşı bitirecek kudrette tek hükümet AKP, daha doğrusu
Erdoğan. Adamın Kürtlere iade ettiği hakları saymayacağım
bile: Apo'yla görüşürüm diyen o! Diyarbakır'a gidip bu
cezaevleri boşalacak diyen o! PKK'nın ve HDP'nin bütün
ahlaksızlıklarına (yav en son 16 yaşında çocuğu Işidçi diye
işkence ederek öldürdüler, sonra sol entellerimizden tek bir
kelam işitmedik!) rağmen “barış yapacağız” diyen o! İçinde
78 kuşağından en radikal “solcuların” bile bulunduğu bir
akil insanlar heyeti kurdurup onlara şehir şehir bu meseleyi
anlattıran o! Parti tabanının büyük çoğunluğu barışı
hazmetmemiş olmasına rağmen, siyasi hayatını riske ederek, hâlâ
barış diyen o! Kobani'den gelen Kürt, Ezidi vs. 200.000 milteciye
kapı açıp, bütün ırkçı reflekslere göğüs geren yine o!
Neymiş
efendim? AVM yapıyormuş. Mühim değil mi? Mühim. Ama memleketin
80 senedir kan döken bir meselesini halletmeye ahdetmiş, azmül
cezmül kastetmiş bir adamı (PKK düşmanları açısındansa
barışı tesis edebilecek karizmaya sahip tek adamı) devirmek için
“solcu” gösteriler yapmak, bu adama ve partisine her gün
küfredip, neoliberalizm, AVM falan diyerek solculuk oynamak var ya:
en hafif tabirle ayıp!
Bakın
kendimden bahsedeyim: 28 şubat'ta başörtüsü ilahiyatlarda bile
yasaklandığında, aklımdan kendimi ateşe vermek geçmişti. Yani
bu mesele bu kadar ciğerimi yakmıştı. Diyelim ki Erdoğan
başörtüsüne, imam-hatiplere vs hiçbir şey yapmamış olsaydı
da sadece Kürt meselesinde şimdiye dek attığı adımları atmış
olsaydı, o zaman yine kendisini her yerde müdafaa ederdim.
Müslümanlar onu devirmek isteselerdi başörtüsüne hassasiyet
göstermediği için, kendileriyle sonuna kadar mücadele ederdim.
Zira
bu mesele şaka değil! Bağlam bu! Kemalist devlet! Irkçı devlet!
Milliyetçi devlet! Kan döken ve döktüren devlet! Adam bunu
değiştiriyor (daha dün kürtçe konuştu diye minübüste dayak
yiyen Kürtler vardı bu memlekette, ne çabuk unuttuk)!
Değiştirebilecek de tek adam! Varsa daha iyisi, CHP'den bile olsa
desteklemezsem nâmerdim!
Savaşın
dışında Türkiye'de her mesele tâlidir! Barış olmadan da kimse
benden, geldiği günden beri darbeyle devrilmeye çalışılan,
hakkı hiçbir şekilde teslim edilmediği gibi “solcu”
entellerin Müslüman ırkçısı nefretinin nesnesi olan (“solcu”
karikatür dergilerinin, Türk solu dergisinin kapaklarını
hatırlayın Allah aşkına. Hepsini geçtim, birinde bu adamın
kızını nasıl tavsir etmişlerdi hatırlıyor musunuz? Ha onlar
sol içinde istisnai ırkçı bir grup mu? Peki neden bu kapak ve
benzleri hakkında solcu entelektüellerimizden STKcılarımızdan
bir tane tenkit gelmedi? Tabii onlar o arada Gezi'de Tayyip ölmüş
anasına sövmekle meşgüldüler) bir adamı tenkit etmemi kimse
benden beklemesin.
Hele
bu konularda konuşmayanlar hiç beklemesin. Yarın savaş ve darbe
ortamı biter, biz de kansız bir ülkeye kavuşuruz, işte o zaman
AKP'nin “neoliberal siyasalarını” konuşuruz.
İçinde,
AKP'li birinin gaz çıkartmasının bile “yumurta gibi kokuyordu
birader!” kabilinden şikayetlerle AKP'nin darbe nesnesi olmasının
meşruiyetini gözler önüne bir sebep olarak takdim edildiği bir
ülkede, evvela barışı, sonra da asıl bu “bağlamı”
konuşmamızı lazım.
Ya
da en azından, AKP'ye ve Erdoğan'a barış hususunda sonuna kadar
destek verelim; bu desteğimizi sonuna kadar her yerde ifade edelim,
ondan sonra onları diğer hususlarda tenkit edelim. Olmaz mı? Daha
ahlaklı, daha adil olmaz mı?
Sadece
AVM değil barış da yapan bir adama, barış hususunda destek
vermek, kendisine yönelik ırkçı nefreti tenkit etmek, kendisine
yönelik iç ve dış darbe teşebbüslerini alenen telin etmek,
ahlaki, insani, vicdani, islami, vs. bir yükümlülük değil midir?
AVM
yapan Kürt bir başbakan olsa, birileri bu adama Kürt olduğu için
hakaret etse, ayrıca bu adam ülkedeki iç savaşı bitirmeye
çalışıyorsa olsa, o zaman, bunların hiçbirini görmeyip “AVM”yi
gören solcuyu takdir mi ederdik tenkit mi? Ve yer miydik böyle bir
“solculuğu”?
Bütün
“solcu” entelektüellerin barış hususunda sonuna kadar
Erdoğan'a destek verdiği bir ülke olsaydık, o zaman belki biz de
bu kadar “yalaka” olmak zorunda kalmazdık değil mi?
“Kendimi
anlatmaktan nefret ederim. Hele buna mecbur edilirsem, daha çok
nefret ederim. Yine de şunu belirtmeme izin verin: kendi adıma, AKP
konusunda, din vs. konusunda, içerisinde yer aldığım tek mecra
olan Birikim dergisinde yılıp çizilenlerden, bu derginin majör
figürlerinin epeydir sürdürdüğü ve hiç onaylamadığım
çizginin karşısında farklı şeyler söylemeye çalıştım.
Fakat belirteyim, bunu Birikim dergisinde yapabildim ve İletişim
Yayınları tarafından yayınlanan kitabımda. Sadece Gezi Olayı
konusunda yazdıklarıma bakılırsa, neyi kasteddiğim daha iyi
anlaşılacaktır. O yüzden Türk solu filan gibi genellemeleri
ihtiyatla yapmak, yapıldığında da ihtiyatla karşılamak gerekir.
Size de bunu öneririm.”
Ne
diyeyim? Allah Türkiye “sol”u içinde Ahmet Çiğdem gibi
hocaların sayısını arttırsın. Amin!